Ahi Evran’ın hayatı üzerine bugüne kadar birçok yayın yapılmıştır. Fakat bunlara bakıldığında neredeyse tamamının ya tarihle örtüşmeyen, bilimsel verilere ve kaynaklara dayanmayan hayalî yakıştırmalarla dolu ya da elde yeterli bilgi ve belge olmadığı için Ahi Evran’ı neredeyse yaşayıp yaşamadığı dahi belli olmayan müphem bir kişilik gibi gösteren çalışmalar olduğu görülecektir.
Ahi Evran
’ın hayatı ve özellikle de eserleri hakkındaki mevcut bilgilerimizin çoğu, doktora tezi de Ahi Evran üzerine olan Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın çalışmalarına dayanmaktadır. Ne var ki Mikâil Bayram’ın vardığı sonuçlara öteden beri muhtelif sebeplerden dolayı tepkilerin, itirazların veya kayıtsızlıkların olduğu gözlenmektedir.[1]
Bununla birlikte, sunduğu bir bildiride Ahi Evran’ın hayatı hakkında bilgi verirken Mikâil Bayram’ın tespitlerini kaynak vermekte bir sakınca görmeyen Prof. Dr. Halil İnalcık’ın, bir dipnotuyla yapmak zaruretini hissettiği “Prof. Bayram’ın çağdaş kaynaklan tenkit süzgecinden geçirerek vardığı sonuçları kabule değer görmekteyiz.”[2] açıklamasını son derece manidar buluyoruz.
Bir kısım bilim adamları da Ahi Evran’ın doğum – ölüm tarihleri ve hayatının bütün safhalarını Mikâil Bayram’ın tespitlerine dayanarak yazmış, hatta aynen nakletmişler, fakat nedense onun çalışmalarını kaynak olarak göstermekten de imtina etmişlerdir.[3]
Prof. Bayram’ın Ahi Evran ve eserleri üzerine yaptığı çalışmaların değerlendirmesinde meslektaşlarının fikir birliği içinde olmadıkları görülüyor. Ancak “yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi” olarak tanınan Prof. İnalcık’ın bu referansını esas kabul ederek en azından yanlış olduğu ispatlanana kadar, Ahi Evran’ın hayatı ve eserleriyle ilgili olarak Mikâil Bayram’ın çalışmalarının kaynak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu itibarla, tabii olarak elinizdeki çalışmanın Ahi Evran’ın hayatı ve özellikle eserleriyle ilgili kısmının en önemli bilgi kaynağını da sayın Bayram’ın çalışmaları[4] oluşturmuştur.[5]
1.1.1. Doğumu
Ahi Evran 1171 (H. 566) yılında İran’ın Batı Azerbaycan taraflarında bulunan Hoy kasabasında doğmuştur.[6] Ahi Evran’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, Ahi Evran’ın ne kadar ömür sürdüğü bilgisinden hareketle doğum tarihine ulaşılabilmektedir. Gerek Ahi şecerenâmelerinde,[7] gerekse Gülşehrî’ye ait olduğu tahmin edilen Keramat-ı Ahi Evran adlı mesnevisinde[8] Ahi Evran’ın 93 yıl ömür sürdüğü kaydedilmektedir.
Şu hâlde, hicrî 659′da (1261) öldüğü göz önünde bulundurulduğunda Ahi Evran’ın hicrî 566 (1171) yılında doğduğu ortaya çıkmaktadır.
1.1.2. Adı
Anadolu’da Ahilik teşkilâtının kurucusu ve 32 esnaf zümresinin pîri kabul edilen bu âlim ve velî zatın asıl adı Mahmud’dur. Babasının adı ve doğum yerine nispeten Mahmud bin Ahmed el-Hoyî (Hoylu Ahmet’in oğlu Mahmut) denmiştir. Künyesi Ebu’l-Hakâyık (hakikatlerin babası), lakabı “dinin yardımcısı” anlamına gelen Nasîrüddîn’dir. Ahi şecerenâmelerinin hepsinde Nimetullah olarak anılmasına da işaret etmeliyiz.[9]
“Ahi Evran” adındaki “Ahi” kelimesinin kökeni konusunda olduğu gibi Evran/Evren kelimesi üzerinde de bir fikir birliğine varılamamıştır.[10] Bazı bilim adamları ve araştırmacılar “Ahi Evran”ı tercih ederken, bazıları da bu adın “Ahi Evren” olarak yazılıp okunması gerektiğim ifade etmektedirler.
Evren, Türkçe bir kelime olup “büyük yılan, ejderha” anlamlarına gelmektedir.
Ahi Evran’ın adının en çok zikredildiği Ahi şecerenâmeleri başta olmak üzere, bu adın, eski metinlerde çoğunlukla “Evran” (اوران) imlâsıyla yazıldığı, “Evren” (اورن) şeklinin ise oldukça az geçtiği dikkat çekmektedir.[11]
Tarihî metinlerdeki imlâları, kelimenin Evran olarak telaffuz edilmesi yönünde ağır bassa da kelime Türkçe olduğu için, Türkçenin en eski ve en sağlam kurallarından biri olan büyük ünlü uyumu kuralı gereğince “Evren” olarak yazılıp okunması makuldür. Fakat gerek halk arasında, gerek konu üzerinde yapılan yayınlarda büyük ekseriyetle kullanılan Ahi Evran söyleyişinde birleşmenin daha akılcı ve isabetli olduğu kanaatindeyiz.[12] Kaldı ki Türkçe kökenli kelimelerde türlü sebeplerle değişmeler olduğu ve asılları “dahi, ana, alma…” olan kelimelerin günümüzde “dahi, anne, elma…” olarak kullanıldığını biliyoruz. Bu kelimelerin günümüzdeki kullanım şekilleri nasıl Türkçe oluşlarına bir engel teşkil etmiyorsa, Türkçe aslı “Evren” olan kelimenin “Evran” olarak okunup yazılması da onun Türkçeliğine halel getirmez.
Meseleyi daha da açacak olursak, halk arasındaki “Ervan” söyleyişinden de bahsetmeliyiz. Ahi Evran, Kırşehir ağzında “Ahi Ervan” diye de telaffuz edilmektedir.[13]Metatez (göçüşme) olayı sonucu ortaya çıkan bu söyleyişin kimi şecerenâmelerde de görülmesi bu söyleyişin eskilere dayandığını gösterir. Yani kelimenin “Evran” ve “Evren” şekillerinden başka bir de “Ervan” telaffuzu/imlâsı, hatta “Ahi Elvan” şeklinde söylenişi dahi vardır.[14]
1.1.3. Eğitimi
Ahi Evran’in çocukluğu ve ilk tahsil devresi, memleketi olan Azerbaycan’da geçmiş olsa da, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehr’e giderek o yörede büyük üstadlardan ders aldığı muhakkaktır. Sadreddîn Konevî’ye yazdığı mektuplardan birinde hicrî 596 (1199) yılında Harzemşahlar yönetiminde bulunan Herat’ta zamanın en büyük âlimlerinden olan Fahruddîn-i Râzî’nin (Ebu Abdullah Muhammed Râzî) hizmetinde bulunduğunu belirtmiştir. Bu ifadeden Eş’arî kelâmcı Fahruddîn-i Râzî’nin derslerine devam ederek aklî (fen) ve naklî (din) ilimleri öğrendiğini anlıyoruz.[15]
Ahi Evran’ın 601 (1204) yılında veya bir iki yıl öncesinde, Bağdat’a gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. Menâkıb-ı Evhadüddîn-i Kirmânî’de bir hac yolculuğu esnasında Râzî’nin talebelerinden Şeyh Evhadüddîn Kirmânî ile tanıştırıldığı belirtilen Anadolulu bilginin (Danişmend-i Rumî) Ahi Evran olduğu tahmin edilmektedir. Evhadüddîn ile tanıştıktan sonra onun talebeleri arasına katılmıştır. Ona bağlılığı Evhadüddîn’in vefatına kadar devam ermiştir. Böylece tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tıp ilimlerinde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek makam sahibi bir velî oldu. Bu üstadın delaletiyle 34. Abbasi halifesi Nasır Li-dînillâh’ın kurduğu fütüvvet teşkilâtına girdiği anlaşılmaktadır.[16]
Ahi Evran, Bağdat’ta iken fütüvvet teşkilâtının ileri gelen şeyhleriyle münasebette bulunduğu gibi, başta Kirmânî olmak üzere birçok üstattan yararlanmıştır. Bağdat’ın İslâm dünyasının en büyük ilim, sanat ve irfan merkezi oluşu, Ahi Evran’ın çok yönlü bir ilim ve fikir adamı olmasında etkili olmuştur. Onun, devrinin geçerli bütün ilimlerini tahsil ettiği eserlerinden anlaşılmaktadır. Özellikle tefsir, hadis, kelâm, fıkıh ve tasavvuf gibi dinî ilimler yanında felsefe ve tıp sahasında sivrilmiş ve bu konularda eserler vermiştir. İbn-i Sina, Sühreverdi el-Maktul ve Fahruddîn Râzî’nin eserlerim çok iyi okumuş ve bu bilginlerin bazı eserlerini Farsça’ya tercüme ermiştir (Bkz. “Eserleri”). Dıvânü’s-Safâ Risâleleri’nden de geniş ölçüde yararlandığı gene eserlerinden anlaşılmaktadır.[17]
1.1.4. Hayatının Diğer Safhaları ve Mücadelesi
601 (1204) yılında Anadolu Selçukluları Sultanı L Gıyâseddîn Keyhüsrev ikinci defa tahta geçince, tahta çıkışını Abbasi halifesi Nasır Li-dînillâh’a bildirmek için hocası Malatyalı Şeyh Mecdüddîn İshak’ı (Sadruddîn Konevî’nin babası) Bağdat’a göndermişti. Mecdüddîn İshak diplomat olarak o yıl içinde hacca da gitmiş, dönüşte gene Bağdat üzerinden Anadolu’ya gelirken beraberinde Muhyiddîn İbnü’l Arabî, Ebû Cafer Muhammed el-Berzaî, Evhadüddîn-i Kirmânî gibi birçok şeyh ve bilgini Anadolu’ya çağırmıştır. Ahi Evran Şeyh Nasîrüddîn Mahmud’un da bu kafile ile Anadolu’ya geçtiği anlaşılmaktadır. Bu sultanın İslâm dünyasındaki fütüvvet hareketini yeniden organize eden Halife en-Nâsır ile siyasî ve kültürel münasebetler içine girdiği görülmektedir.
Mecdüddîn İshak’ın daveti üzerine, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği aşılamak için Muhyiddîn İbni Arabî ve hocası Evhadüddîn Kirmânî’yle birlikte 602 (1205) yılında Anadolu’ya gelen Ahi Evran,[18] Mikâil Bayram’a göre hocasının kızı Fatıma (Fatma) Bacı ile evlendi.[19] Evhadüddîn’le birlikte çeşitli
Anadolu şehirlerini dolaştı. Vaazlarında özellikle esnafa İslâmiyet’i anlatarak dünya ve ahiret işlerini düzenli hâle getirmeleri için nasihatlerde bulundu. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Müslümanların kuvvetlenip teşkilâtlanmaları için çalıştı. Hocasının vefatından sonra yerine geçti ve vekili oldu.
Ahi Evran Anadolu’ya geldikten kısa bir müddet sonra Kayseri’ye yerleşti ve burada bir debbağ (deri işleme) atölyesi kurdu. Zamanla bu debbağ atölyesinin büyümesi, işçi ve ustalarının çoğalması sonucu buranın Debbağlar Mahallesi adıyla bir mahalle oluşacak kadar geliştiği anlaşılmaktadır.
Debbağlık yaparak geçimini temin eden Ahi Evran, bilhassa sanat sahibi kimseler arasında çok sevildi. Bugünkü manada esnaf teşkilâtı diyebileceğimiz Ahilik müessesesini kurarak birçok şehir ve kasabada teşkilâtlanmasını sağladı. Ahilik mensuplarının toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin ilimlerinden faydalanacakları, gelen misafirleri ağırlayabilecekleri dergâhlar kuruldu. Bu konuda devlerin himaye ve desteği ile sanatkârların sanatlarını icra etmeleri için Kayseri’de bir sanayi sitesi inşa edilmişti. Debbağ olan Ahi Evran, bütün sanatkârların lideri olarak bu sanayi sitesinde hizmet vermekteydi. Bu yüzden tarih boyunca debbağlarm pîri ve 32 çeşit esnaf ve sanatkâr zümresinin lideri olarak kabul edilmiştir. Bu sanayi sitesinde Debbağlar Çarşısı’nın orta yerinde bulunan cami ve zaviyesinde kurduğu teşkilâtın mensuplarının dinî ve fikrî talim ve terbiyeleri ile de uğraşıyordu.[20]
I. İzzeddîn Keykâvus zamanında (saltanatı 1210-1219) Kayseri’deki yöneticilerle Türkmen ve Ahiler arasında mahiyetini bilemediğimiz bir sürtüşme mevcuttu. I. Alâaddîn Keykubad, tahta geçtikten bir süre sonra Kayseri’ye giderek, Türkmen ve Ahiler lehine köklü bir tasfiyeye girişmesi ve Ahi teşkilâtını himayesi sonucunda Ahilik bütün Anadolu’ya yayıldı. Ahi Evran’ın ünü de teşkilâtıyla birlikte yayılmaktaydı.
Evhadüddîn Kirmanı Menâkıbı’nda bu konuda bir bilgi vardır. 1243 yılında Anadolu’ya saldıran Moğollar’ın Kayseri şehrini kuşatmalarına direnen Ahiler, kale muhafızlarıyla birlikte şehri on beş gün savunmuşlardır. Moğolların tam vazgeçecekleri sıra bir Ermeni dönmesi olan Kayseri iğdişbaşısının Moğol Komutanı Baycu Noyan’la gizlice anlaşması sonucunda Moğollar kente girmiş ve Ahileri kılıçtan geçirmişler; kadın ve kızları da alıp götürmüşlerdir. Bu sırada Konya’da tutuklu bulunan Ahi Evran bu katliamdan kurtulmuştur. Menakıbnâme’de Moğollarca tutsak edilen kadınlar arasında Fatma Harun’un da bulunduğu belirtilmektedir. Fatma Harun ve esir alınan Türkmenler 1260 yılına kadar Moğolların elinde esir kalmış, IV. Rükneddîn Kılıçarslan’ın tahta çıkışından sonra Hülâgu tarafından serbest bırakılmışlardır.
Ahi Evran, 625 (1227-28) yılından sonra muhtemelen Sultan I. Alâaddîn Keykubad’ın (saltanatı 618-634 / 1221 -1237) isteği ile Konya’ya yerleşmiştir. Burada hem sanatını icra ediyor, hem de Hankâh-ı Ziya ile Hankâh-ı Lâlâ’nın müderrisliğini yürütüyordu. Etrafında çok sayıda muteber talebeleri vardı. Konya’da bulunduğu müddetçe gayet müreffeh ve itibarlı bir hayat süren Ahi Evran, Sultan I. Alâaddîn Keykubad’dan devamlı destek ve himaye görmüş ve bu arada yazdığı bazı eserleri sultana ithaf etmiştir.
Ahi ve Türkmenlerin en büyük hamisi olan Sultan I. Alâaddîn Keykubad, oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev tarafından düzenlenen bir suikast sonucunda 634 (1237)’de zehirlenerek öldürüldü. Bu yolla iktidara gelen II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in tahta çıkması (saltanatı 634-643 / 1237-1245) sırasında I. Alâaddîn Keykubad’a gönül bağlılığı bulunan Ahilerin sert tepkisi görülünce, bu sultan ve veziri Sadeddîn Köpek, Ahi ve Türkmen çevrelere cephe aldılar. Ancak bir süre sonra Sadeddîn Köpek, bu sultana da suikast düzenledi. Sultan kendisine suikast düzenleyen Sadeddîn Köpek’i 637 (1240) tarihinde öldürttükten sonra Ahi ve Türkmenleri iktidarına karşı oldukları gerekçesiyle cezalandırmaya kalktı.
Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı meydana gelen bir hadise bahanesiyle onun nüfuzundan rahatsız olan bazı kimselerin şikâyeti üzerine Ahi Evran tutuklanıp hapsedildi. Tutuklananların arasında Ahi Evran ile birlikte pek çok Ahi ileri geleni de vardı. Ahi Evran ve arkadaşları beş yıl süreyle Konya’da tutuklu kaldılar. Ahi Evran, bu tutuklanma olayına, devrinin ünlü devlet adamı Celâleddîn Karatay’a sunduğu “Medh-i Fakr u Zemm-i Dünyâ” adlı eserinin ön sözünde ve Kırşehir Emiri Seyfüddîn Tuğrul için kaleme aldığı “Menâhic-i Seyfî” adlı eserinde değinmektedir.
Yine bu sırada Baba İlyas-ı Horasanî’nin de tutuklananlar arasında bulunduğunu, bazı müritlerinin öldürüldüğünü Elvan Çelebi’nin Hicrî 637 (M. 1240) tarihli Menâkıbü’l-Kudsiyye’sinden öğrenmekteyiz. Bu olaylar tarihte Babaîler İsyanı diye adlandırılan Türkmenlerin devlete karşı ayaklanmalarına yol açtı. İsyan sırasında Amasya üzerinden Konya’ya yürüyen Türkmenleri, Selçuklu ordusu durduramadı. Sultanın ordusunda bulunan Hıristiyan paralı askerler Türkmenlerle Kırşehir’in Malya Ovası’nda karşılaştı. İsyan çok kanlı bir şekilde bastırılarak binlerce Türkmen öldürüldü (l Temmuz 1242).
Selçuklu Devleti’ni oldukça sarsan bu olayların akabinde Doğuda Moğol tehlikesi belirdi. Kısa bir süre sonra Hülâgu’nun kumandanlarından Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu Anadolu’ya girdi. Sultan II. Gıyasüddîn’in topladığı 80 bin kişilik bir ordu Erzincan – Sivas arasındaki Zara’nın kuzeyinde Kösedağ mevkiinde Moğol ordusuyla karşı karşıya geldi. Kendisine yapılan uyarıları dinlemeyip saldıran ve öncü birliklerin yenilmesiyle paniğe kapılan sultan, gece maiyetiyle birlikte gizlice savaş alanından Konya’ya kaçtı. Sultanını başlarında göremeyen ordu büyük bir paniğe kapılıp doğru dürüst bir direnme bile gösteremeden müthiş bir hezimete uğradı (29 Temmuz 1243).
İçki ve işrete düşkünlüğüyle tanınan II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in ölümünden sonra (642 /1245) saltanat naibliğine getirilen Celâleddîn Karatay, tutuklanmış olan Ahileri ve Türkmenleri serbest bıraktı. Ahi Evran da Denizli’ye giderek orada bir yıl kadar bahçıvanlıkla uğraştı. Denizli’de de halkı aydınlatma çalışmalarına devam etti. Ancak, Selçuklu tahtına geçen Sultan II. İzzeddîn Keykâvus, Denizli’de bulunan Ahi Evran’ı geri getirmesi için, şeyhin yakın dostu Sadreddîn Konevî’yi Denizli’ye gönderdi.[21] Bu daveti geri çeviremeyen Ahi Evran, Ahi Sinan adlı müridini yerine vekil bırakarak Sadreddîn Konevî’yle Konya’ya geri döndü. Konya’da Hankâh-ı Ziya ve Hankâh-ı Lâlâ’nın şeyhliğini yaparak, dersler vermeye başladı.
Ahi Evran Denizli’den Konya’ya döndükten bir müddet sonra Mevlânâ’nın hocası Şems-i Tebrizî, düzenlenen bir suikast sonucunda öldürüldü (645 / 1247). Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya ikinci gelişinden iki sene kadar sonra öldürülmesi Mevlânâ’yı son derece müteessir etmişti. Şems-i Tebrizî’yi öldürenlerin arasında Mevlânâ’nın oğlu Alâaddîn Çelebi’nin de önemli bir rol üstlendiği söylendi. Mevlânâ’nın oğluna kırgın olduğu ve onu aile ocağından kovduğu Mevlevî yazarlar tarafından nakledilen hususlar arasındadır. Şems’in öldürülmesinden hemen sonra Alâaddîn Çelebi’nin Kırşehir’e göçmesi, Şeyh Nasirüddîn Mahmud’un da tam bu tarihlerde Konya’dan Kırşehir’e gidip oraya yerleşmesi, onun da olayla ilgisi olduğunu akla getirmekteydi. Dolayısıyla Ahi Evran ve birtakım Ahilerin de bu olayla ilgisi bulunduğu söylentisi çıktı.
Ahi Evran ömrünün son on beş yılını Kırşehir’de geçirmiştir. Burada iken dostu Şeyh Sadreddîn Konevî’ye mektuplar yazmıştır.[22] Şeyh Nasirüddîn’in Sadreddîn Konevî’ye yazdığı mektuplardan birkaçı bugün bazı müze ve kütüphanelerdeki eski yazma mecmualar arasında bulunmaktadır.
Bu mektuplar, Ahi Evran’ın Kırşehir’deki faaliyetleri ve yazmış olduğu eserleri hakkında daha geniş bilgilere ulaşmamız açısından son derece önemlidir. Ahi Evran ve eserleriyle ilgili birçok bilgiye bu mektupların değerlendirilmesi sonucunda ulaşılmıştır.
1.1.5. Ölümü
Moğollar, Ahi Evran’ın nüfuzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkuyor, ne pahasına olursa olsun öldürülmesini istiyorlar, bunun için Kırşehir emirine baskı yapıyorlardı. Bu fırsat en sonunda ellerine geçti.
Türkmenler ve Ahiler, IV. Kılıç Arslan’ın (saltanatı 1257-1266) yönetimi ele geçirmesinden sonra Moğolların baskısıyla yaptığı atamalar sebebiyle, sultana ve Moğollara karşı direnişe geçtiler. En güçlü direnme Kırşehir’de oldu. IV. Kılıçarslan ve Moğol ilhanı, Kırşehir Emiri Nureddîn Caca’yı bu isyanı bastırmakla görevlendirdi. Mevlânâ’nın müridi ve yakın dostu olan Nureddîn Çaça yönetimindeki Moğol kuvvetlerince isyancılar kılıçtan geçirilerek, isyan çok kanlı bir biçimde bastırıldı.[23] Moğollar tarafından yapılan katliamda öldürülenlerin arasında Ahi Evran ve Mevlânâ’nın oğlu Alâaddîn Çelebi’nin de bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu olayın tarihi Mikâil Bayram tarafından 27 Rebiülahir 659 /1 Nisan 1261 olarak tespit edilmiştir. Bu tarihin tam gün olarak tespiti şu şekilde olmuştur: Gülşehrî’ye isnat edilen Kerâmât-ı Ahi Evran adlı eserin “Ay tutuldu, aydınlığını vermedi, hiç kimse yıldız ışığını görmedi” anlamındaki;
Ay dutuldı yatılısını virmedi
Kimsene yılduz ışının görmedi
beytinde Ahi Evran’ın öldüğü gün ay tutulduğundan bahsedilmiş;[24] ayrıca Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, Kırşehir’de Ahi Evran’la aynı katliamda öldürülen kardeşi Alâaddîn için yazdığı bir rubaide kardeşinin ölümü sırasında ay tutulduğundan bahsetmiştir.
Ay tutulmasının gerçekleştiği bu gün astronomik bir hesaplamayla tam olarak ortaya çıkarılabilir, düşüncesiyle İstanbul Üniversitesi’ne müracaat eden Bayram, oradan l Nisan 1261 gününde (27 R. Evvel 659) ay tutulması gerçekleştiğini ve Türkiye’den görüldüğü bilgisini alır.[25] Eldeki diğer veriler, meselâ Ahi Evran’ın eserlerinden Menâhicü’l-Seyfî’nin 10 Receb 660 (31 Mayıs 1262) tarihli nüshasının müstensihinin onu normalden farklı olarak coşkun bir dua ile anması Ahi Evran’ın bu tarihe fazla uzak olmayan bir zamanda öldüğünü göstermektedir.[26]
Her iki metinde de zikredilen o gün ay tutulması olayının gerçekleşmesi bilgisinden hareketle varılan bu tarih tespitinin, bunu nakzedici yeni deliller ve belgeler ortaya konmadıkça doğru kabul edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Burada şunu özellikle vurgulamalıyız. Hayatıyla ilgili bilgilerin birçoğunu aydınlığa kavuşturduğu gibi Ahi Evran’ın öldürüldüğüne dair bilgiyi ilk veren de Prof. Dr Mikâil Bayram olmuştur. Zira gerek Keramet-ı Ahi Evran’da, gerekse Ahi şecerenâmelerinde bu büyük velinin 93 yaşında öldüğüne dair ittifak mevcutsa da öldürüldüğüne dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bu sebeple Mikâil Bayram’ın bu tespitleri önceleri çok tepki almıştır. Fakat yakın zamanda başka araştırmacılarca ortaya çıkarılan belgeler Ahi Evran’ın Kırşehir’de şehit edildiğini teyit edici mahiyettedir. Bu noktada araştırmacı yazar Baki Yaşa Altınok’un Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi’nce düzenlenen sempozyuma sunduğu önemli bildiriden[27] bahsetmek gerekir.
Baki Yaşa Altınok, kendi elindeki bir yazma eserde bulunan Süleyman b. Alâü’d-devle b. Abdullah tarafından kaleme alınmış 1588 tarihli “Menâkıb-ı Ahi Evran Velî” adlı mesnevideki bilgileri şöyle takdim ediyor:[28]
“Ayaklanmaları bastırmaya Kırşehir Emiri Çaça oğlu Nureddin Cebrail memur edildi. Menâkıb’da Nureddin Cebrail’in Ahi Evran ile Türkmenlere karşı olduğu ve ayaklanma sırasında Moğollarla birlikte hareket ettiği şöyle anlatılır:
Sofra yaydı âleme oldı Halîl
Da’veline varmaz idi bir bahîl (75. beyit)
Cebrail dirlerdi oldı Azrail
Adûlarla danışurdı ol zelîl (76. beyit)”
Menâkıb-ı Ahi Evran’da “çaşıtlar, Deccâller, Yecüc, Mecüc” sıfatlarıyla nitelenen Moğollar Ahi Evran’ı öldürmeye geldiklerinde Ahi Evran adını da aldığı efsaneye uygun olarak “yılan” (evran) kılığına girip bir delikten akar gider:
Çaşıtlar, Deccallar dolışdı hana
Yecüc Mecüc buğuz itdi Evran’a (88. beyit)
Ejdehâ donunda delüğe ahdı
Uğrular derilüp ardında bahdı (89. beyit)
Bu anlatılan Ahi Evran’ın ölümüdür; ancak bu ulu şahsiyete bir kulun elinden öldürülmüş olmak âdeta yakıştırılmaz. Hemen bir beyit sonra 93 yaşında öldüğü ifade edilir:
Sinni doksan üçe ermişti tamâm
Dînde vezir oldı Nasrüddîn Evran. (91. beyit)
Ahi Evran’ın şehit edilmesi, yine Baki Yaşa Altınok’da bulunan Kerâmât-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli adlı yazma eserde daha açık bir şekilde şöyle dile getirilmektedir:
“Ahi Evran padişah Kayseri’de debbâğdı. Ulu Alâaddm onu Konya’ya davet eyledi. Sadreddîn Konevî ilen muhabbeti ziyâde idi. Tâ kim onu Denizli’ye gönderdiler. Hacı Bekdeş kim Sulucaöyüğe gelince, o da Kırşehri’ne geldi. Çokça debbâğlık yaptı. Tatar muhalifi olup savaşkan idi. Fütüvvet erbabının serveridir. Bu yüzden şehitlik şerbetin içti. Hünkâr ile musâfahası, kerâmâtı çokdurur.”[29]
Bunlar, Ahi Evran’ın Mevlânâ’nın oğlu Alâaddîn’le dostluğunu, Sadreddîn Konevî ile mektuplaşmalarını, Moğollarla olan mücadelesini ve nihayet Moğollarca şehit edilmesi hadiselerim teyit edici son derece önemli belgeler konumundadır.
Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Veli adlı mesnevi sayesinde, Ahi Evran’ın bir başka önemli ve tarihî bir misyonundan daha haberdar oluyoruz. Dünyanın ilk “uluslararası fuarı” kabul edilen ve ilk defa Prof. Dr. Faruk Sümer tarafından ayrıntılı bir şekilde dünya kamuoyunun dikkatlerine sunulan Yabanlu Pazarı, Sümer’in tespitlerine göre Kayseri’nin 100 km doğusunda Pazarören kasabası civarında kurulmuştur.[30] Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Veli’deki bilgilere göre Yabanlu Pazarı Ahi Evran tarafından kurulmuş fakat Anadolu’daki birçok Selçuklu yadigârı gibi Ahi Evran düşmanları ve Moğollar tarafından harap edilmiştir:[31]
Adûlarda olmaz miskine âmân
Olar bilmezdiler yahşıyla yaman (76. beyit)
Sol adûlar âleme havf saldılar
Yabânlu Bâzan’n har âb kıldılar (77. beyit)
Evran eylemişdi hem anı bünyâd
Güli diken ider nâdân-ı hoyrâd (78. beyit)
Ahi Evran’ın ölüm tarihi konusunda Kırşehir Müzesi’nde bulunan Arapça bir vakfiye metni de çok önemli ve yeni bilgilerle konuya ışık tutar mahiyettedir.[32]
Belgeler arasında özellikle Hicrî 676, Miladî 1277 tarihli Ahi Evran Zaviyesi Vakfı’nın Arapça vakfiyesi, vakfiyenin düzenleniş tarihi itibariyle çok önemlidir. Belgenin fizikî durumu istinsah değil orijinal vakfiye sureti olduğu izlenimini vermektedir. Kaldı ki istinsah dahi olsa “sene sitte ve seb’în ve sittemi’e” ibaresi (676) durumu şüpheye mahal bırakmayacak netlikte ortaya koymaktadır.
Yukarıda ifade edildiği gibi mevcut bilgilerimize göre Ahi Evran’ın vefatı Hicrî 659, Milâdî 1261′dir. Vakfiyede Ahi Evran’dan “Allah’ın rahmeti üzerine olsun” mealinde söz edildiğine göre Ahi Evran’ın ölüm tarihi konusu da bu belgenin ortaya konmasıyla biraz daha berraklaşmış ve Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın tespit ettiği tarihin isabeti veya en azından 1277 tarihinde Ahi Evran’ın hayatta olmadığı bu belgeyle ortaya konmuş olmaktadır. (Bkz. Fotoğraflar/ Belgeler).
Ahi Evran-ı Velî, Kırşehir’de Ahi Evran Mahallesindeki Ahi Evran Camii bitişiğindeki bütün gün ziyarete açık olan türbesinde medfundur.
I.2. AHİ EVRAN’IN ESERLERİ
Ahi Evran’in hayatı ve eserleri üzerinde uzun yıllardan beri çalışmakta olan Prof. Dr. Mikâil Bayram’ın çalışmaları neticesinde Ahi Evran’in bilinen yirmi kadar eserinin el yazması nüshalar hâlinde günümüze kadar geldiğini, hemen tamamı Farsça olan birçok eserinin de tarih boyunca Sadreddîn Konevî, Hâce Nasîrüddîn Tûsî, Fahreddîn Râzî ve Necmeddîn Dâye gibi çeşitli bilginlere mal edildiğini; bazı eserlerinin de kayıp olduğunu öğreniyoruz.
Mikâil Bayram, “Şeyh Nasîrüddîn Mahmud, hiçbir eserinde adını anmadığı gibi, mensup olduğu Melâmet meşrebi gereğince yaptığı iyilikleri gizli tutma anlayışı ve tevazuundan ötürü adının gizli kalmasına özel bir itina göstermiştir. Bu velud ve çok yönlü yazarın üslûp ve anlatım tarzı, eserlerindeki yazma nüshaların durumu, müstensihler tarafından eserlerin başına yazılan kayıtlar, gerek kendi eserlerinden ve gerek başkalarının şiir ve sözlerinden şâhid göstermesi, başından geçen bazı olaylara örtülü olarak değinmesi ve eserlerini bazı devlet adamlarına ithaf etmesi gibi hususlar, başka eserlerini tespit etmemize vesile olmuştur. Bu eserlerinden bazılarının başka yazarlara mal edilmeye çalışıldığı, bazılarının da anonim bir eser olarak bir veya iki nüsha hâlinde elyazması eser ihtiva eden kütüphanelerin izbe köşelerinde günümüze kadar geldiği anlaşılmaktadır.” diyerek, Ahi Evran’in önemli eserlerini sıralar:[33]
Menâhic-i Seyfî (El Menahicü’s Seyfiyye): İmanın ve İslâm dininin esaslarını, itikatta Eş’ârî, amelde Şafiî mezhebine göre anlatan bu eserin kütüphanelerde birkaç nüshası vardır. En eski nüshası Halet Efendi (Süleymaniye) Kütüphanesi 92 numarada kayıtlıdır. Arapça olan eserin ön sözünde Ahi Evran, iman ve İslâm’ın esaslarına dair olan bu eserini o zamanlar Kırşehir emiri olan ve aralarında arkadaşlık bağı bulunan Emir Seyfüddîn Tuğrul’a ithaf ettiğini belirtir. Eser bir mukaddime, beş menahic ve bir hatimeden oluşmaktadır.
Metâli’ü’1-İmân: İman esaslarının ilmihali mahiyetindeki bu eserin aslı Farsçadır. Somuncu Baba’nın (Şeyh Hâmid-i Aksarayî) oğlu şair Yusuf Hakîkî tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Genelde itikadı ve tasavvufî konuları ihtiva eden bu eserin ön sözünde, yazar içinde bulunduğu devrin iman ve itikad esaslarına olan inançların zayıfladığım belirterek, zayıflayan inançları kuvvetlendirmek maksadıyla eserim yazdığını ifade ermektedir. Eser, bir fatiha, üç matla’ ve bir hatime olarak tertip edilmiştir.
En eski nüshası Halet Efendi (Süleymaniye) Kütüphanesi 92 numarada kayıtlıdır Konya Yusuf Ağa Kütüphanesinde 4866 numarayla kayıtlı olan bir nüshası da Mikâil Bayram’ın incelemesiyle “İmanın Boyutları” adı altında yeniden yayınlanmıştır.[34]
Tabsıra (Tabsıratü’l Mubtedî ve Tezkirerü’l Müntehî): Muhaddis lakabı ile de tanınan Ahi Evranın en tanınmış ve en yaygın eserlerinden biridir. Tasavvuf felsefesi ile ilgili meseleleri, Allah’ın birliği, sıfat ve fiilleri ile peygamberlik ve ahiret meselelerini konu edinen bu önemli eserin tam adı “Tabsıratü’l Mubtedî ve Tezkiretü’l Münteki” olup daha çok kısa adı olan “Tabsıra” ile tanınmıştır. Farsçadır. Asırlar boyunca başta Sadreddîn Konevî olmak üzere çeşitli kimselere isnat edilegelmiştir. Çeşitli kütüphanelerde 32 nüshası vardı, En eski iki nüshasından biri Halet Efendi (Süleymaniye) Kütüphanesi 92 numarada kayıtlıdır. Diğeri ise Nuruosmaniye Kütüphanesi 2286 numarada kayıtlıdır.
Kısa ön sözünde yazar, genel olarak maarif usullerinden ve velilik hâl ve kaidelerinden bahsettiğini belirtmektedir. Bu arada hayır dua ile yad edilmesi için eserin perde-i gaibden harf ve kelime kisvesine bürünmüş olarak zuhur ettiğini de ifade etmiştir. Bir mukaddime, üç mısbah ve bir hatime olmak üzere beş kısımdan meydana gelmiştir.
Bu eser Mikâil Bayram’ın tercümesiyle “Tasavvufî Düşüncenin Esasları” adı altında yayınlanmıştır.[35]
Ahi Evran Şeyh Nasîrüddîn Mahmud’un diğer eserleri de şunlardır:
Letâif-i Gıyâsiyye: Dört cilt olan bu eserin birinci cildi felsefe, ikinci cildi ahlâk ve siyaset, üçüncü cildi fıkıh, dördüncü cildi dua ve ibadet hakkındadır. Bir nüshası (1. cilt) Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde 1727 numarada kayıtlıdır.
Letâif-i Hikmet: Bu eser Selçuklu sultanı II. İzzeddîn Keykâvus’a sunulmuştur. Siyâset-nâme türünde bir eser olup, eksik bir nüshası Süleymaniye Esat Efendi Kütüphanesi’nde 2880 numarayla kayıtlıdır. Mükemmel bir nüshası da Paris Bibliotheque Nationale’de 99 numarayla kayıtlıdır. Letâif-i Gıyasiyye’nin birinci ile üçüncü ciltlerinin özeti olduğu anlaşılmaktadır.
Âgâz u Encam (Vasiyyet): Bir vasiyyet-nâme olup, Ahi Evran’ın ömrünün son yıllarında en son olarak kaleme aldığı eseridir.
Sultanların kokuşmuşluğunu anlatır. Bir nüshası Bursa Eski Eserler Kütüphanesi 1184 numaralı yazma mecmuanın içinde 190b-198b sahifelerindedir. Diğer önemli bir nüshası da Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi 5426′daki bir mecmuanın 123b-130a sahifeleri arasındadır.
Mürşidü’l-Kifâye: Ruhun bekası hakkında olup, I. Alâaddîn Keykubad’a sunulmuştur. Bilinen tek nüshası Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi 5426′daki bir mecmuanın 130b-136a sayfaları arasındadır.
Yezdân-şinâht: Bu, başta Sühreverdî el-Maktul olmak üzere çeşitli kimselere mal edilmiş, Farsça felsefî bir eserdir. Seyyid Nurullah Takvâ’nın tashihiyle yapılan taş basmasında da Sühreverdî el-Maktul’e isnat edilmiştir. Yezdân-şinaht’ın Türkiye kütüphanelerinde sadece iki nüshası vardır. Biri Ayasofya (Süleymaniye Ktp). Nr: 4819, yp. 118b-138b; diğeri de Şehid Ali Paşa Kütüphanesi (Süleymaniye Ktp.) Nü: 2841, 31a-45b sayfalan arasındadır. Bir nüshası da Londra’da Biritish Museum’dadır.
Ön sözündeki “Meclis-i âlî” ve “Meclis-i sâmî” gibi ifadelerden, bu sözlerle hitab edilen I. Alaeddîn Keykubad’a sunulduğu anlaşılmaktadır. Bu eserin Sühreverdî el-Maktul, Aynü’l Kuzât el-Hemedanî gibi çeşitli âlimlere isnad edilmektedir. Bunun sebebi ise, söz konusu kişilerin Ahi Evran’ın fikir yapısı üzerindeki etkilerinin eserde çok açık olarak görülmesidi,
Müsâri’ü’l-Müsâri’: Ünlü kelâmcı Şehristânî’nin İbn-i Sina’ya reddiye olarak kaleme aldığı “Musari” veya “Musaraa” diye bilinen eserine, Ahi Evran da bir karşı reddiye yazarak Müsari’ü’l-Müsari’ adını vermiştir. Ahi Evran’ın Konevî’ye yazdığı mektupları ihtiva eden ve aslı Arapça olan bu eserin bilinen tek nüshası, Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi’nde, Nr: 2358 de kayıtlı bir mecmuanın 1b-118a yaprakları arasındadır. Bu eserde Şehristânî’ye karşı İbn-i Sina müdafaa edilmektedir.
Medh-i Fakr u Zemm-i Dünyâ: Suhreverdî el-Maktul’ün “Vasiyye”sinin tercümesi olup, Celâlüddîn Karatay’a sunulmuştur. Bu eserin bir nüshası Bursa Eski Eserler Kütüphanesi’nde 1184 numarayla kayıtlı bir mecmuanın 180a-187a sahifeleri arasında, diğeri de Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi’nde 5426 numaraya kayıtlı biri mecmuanın 229b-235a sahifeleri arasında yer almaktadır.
Tercüme-i Elvâhu’l-İmâdiyye: Bu eser de Suhreverdî el-Maktul’den tercüme olup, bilinen tek nüshası Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi’nde 4866 numaraya kayıtlı mecmuanın içindedir.
Tercüme-i Nefsü’n-Nâtıka: Ahi Evran’ın Ibn-i Sina’dan yaptığı bu tercüme eserin bir nüshası, Ayasofya (Süleymaniye) Kütüphanesi’nde, 4851 numarayla kayıtlı bir mecmuanın 31b-49a yaprakları arasındadır. Sultan I. Alâaddîn Keykubad’ın emriyle tercüme edilerek kendisine sunulduğu anlaşılmaktadır.
Tercüme-i Kitâbü’l-Hamsin fi Usûli’d-dîn: Bilinen tek nüshası Reşid Efendi (Süleymaniye) Kütüphanesi’nde 333 numarayla kayıtlı olup, Ahi Evran’ın Fahrüddîn Râzî’den yaptığı tercüme eserlerden biridir.
Tercüme-i Teveccühü’l-Etemm Nahve’l-Hakk: Sadreddîn Konevî’nin küçük bir risalesinin tercümesidir. Ahi Evran, Konevî’nin isteği üzerine uzunca bir ön söz ekleyerek tercüme etmiştir. Bilinen tek nüshası Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi’nde 4866 numaraya kayıtlı mecmuanın içindedir.
Tercüme-i Miftâhü’l-Gayb: Bu eser de Sadreddîn Konevî’nin bir risalesinin tercümesidir. Fatih Sultan Mehmet’in mührünü taşıyan tek nüshası Pertev Paşa (Süleymaniye) Kütüphanesi’nde 278 numarayla kayıtlıdır.
Mektubât Beyne Sadreddîn Konevî: Ahi Evran’ın ömrünün son on beş yılını geçirdiği Kırşehir’den yakın dostu Şeyh Sadreddîn Konevî’ye yazdığı mektupları içerir. Bu mektuplardan devrinin olayları, Kırşehir’deki faaliyetleri ve kendisinin geçmiş yaşantısı hakkında önemli bilgilere ulaşmaktayız.
Aşağıdaki eserler de Ahi Evran’a ait olmakla beraber bunların herhangi bir nüshası tespit edilememiştir:
Tuhfetü’ş-Şekûr: Ahi Evran’ın kayıp eserlerindendir. Sadreddîn Konevî’ye yazdığı bir mektupta bu eserinden bahsetmekte ve Taceddîn Kâşî için yazdığını belirtmektedir. Fakat bugüne kadar nüshasına rastlanamamıştır.
Ulum-ı Hakiki: Bu da Anı hivran’ın kayıp eserlerindendir. Letâif-i Hikmet’te bu eserinden bahsetmesine rağmen, bugüne kadar herhangi bir nüshası elimize geçmemiştir.
İlmü’t-Teşrîh: Ahi Evran, Letâif-i Gıyasiyye’de bu eserinden bahsetmektedir. Bu bahisten tıbba dair (anatomi) bir eser olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu eserin de bugüne kadar herhangi bir nüshası bulunamamıştır.
Ahi Evranın şimdiye kadar tespit edilebilen eserleri bunlardan ibarettir.
1.3. AHİ EVRAN’IN
MENKIBEYİ KİŞİLİĞİ
1.3.1. Yazılı Kaynaklar 1.3.1.1. Ahi Şecerenâmeleri
Ahi Evran’dan bahseden yazılı kaynaklar arasında “Ahi şecerenâmeleri”nin özel ve önemli bir yeri vardır. Ahilik bilgisinin bir kaynağı olarak “şecerenâmeler” hakkında bilgi verilen bölümde şecerenâmelere etraflıca değinilecektir. Burada sadece, Ahi Evran’ın Hz. Muhammed’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu olduğu, kahramanlıkları dolayısıyla Hz. Muhammed tarafından öğülerek “Evran” adının bizzat onun tarafından verildiği, şeddi Hz. Muhammed eliyle ilk defa Ahi Evran’ın kuşandığı, Ahilik aleminin (sancağının) de Ahi Evran’a Hz. Muhammed tarafından verildiği, Kırşehir halkına musallat olan ejderhanın boğazına zincir takarak işyerinin bodrumuna zincirle bağladığı gibi menkıbevî bilgi veya rivayetlerin yara sıra 830 tarihinde Anadolu’ya ayak bastığı ve başka hiçbir yere gitmeden Kırşehir’e geldiği, 93 yaşında öldüğü gibi bilgiler Ahi şecerenâmelerinin birçoğunda yer almaktadır. Yine şecerelere göre Ahi Evran’a adı ve 32 esnaf zümresinin pîri unvanı doğrudan Hz. Muhammed tarafından verilmiştir. XII ve XIII. yüzyılda yaşamış olan Ahi Evran’ın şecerenâmelerde anlatılan Ahi Evran olması için 600 yıl yaşaması gerekir. Bu çelişkiyi aşmak için olsa gerek kimi şecerenâmelerde iki i Evran’dan söz edilir ki ikinci Ahi Evran gerçek Ahi Evran’dır.
Şecerelerde daha sonra Ahi Evran ile ilgili menkıbelere geçilir. Hemen hemen her şecerenâmede ortak olan menkıbeler zincirleme olaylar hâlinde özetle şöyle zikredilir:
Hz. Muhammed, Bedir savaşından üç gün önce ashabı toplayarak silâhlarını hazır etmelerini söyler ve alem-i şerifi Hz. Abbas’a vermek ister. Hz. Abbas kendisinin yaşlandığını eğer uygun görülürse oğlu Mahmud’a verilmesini arzu ettiğini söyler. Peygamber alem-i şerifi Mahmud’a havale eder. Savaştan sonra Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye Mahmud’un nasıl savaştığını sorar. Ondan “Bir elinde kılıç, bir elinde alem-i şerîf, evran gibi çarpıştı.” cevabım alınca Mahmud’u kavrayarak “Evran’sın sen!” der. Böylece Hz. Muhammed Ahi Evran’a adını vermiştir. Peygamberin tebriki üzerine sahabenin her biri Mahmud’a teberrüken birer “yeşil yaprak” takdim ederler. Hz. Ali ise ganimet adına elinde ne varsa tamamen fukaraya dağıttığı için bir şey veremez. Hz. Muhammed “Sen ne verirsin yâ Ali?” diye sorunca “Kızım Zeyneb’i verdim.” diye cevap verir. Üç gün üç gece düğün yapılır. Düğün yemeği için 99 adet sığır, koyun ve keçi kesilir. Hz. Peygamber Ahi Evran’a debbağlık sanatını öğreterek ondan bu derileri işlemesini ister. Ahi Evran o derilerden rengârenk, çok güzel ürünler yapar. Peygamber de Ahi Evran’ın beline şed bağlayarak onun 32 esnafa pîr olduğunu duyurur.
Bir örnek olmak üzere, Kırşehir Müzesi’ndeki 5 numaralı Ahi şeceresinde bu olaylar silsilesinin başlangıcını orijinal diliyle nakledelim:[36]
“Asıl ism-i şerifi Sultân Mahmûd idi. Ahi Evran olmağa sebeb bu oldı ki sultânımız sultân-ı enbiyâ sallallâhu aleyhi ve sellem hazretleri cemî’ ashâbları cem’ itdi ve buyurdılar ki: ‘Kalkın Bedr-i Huneyn gazasına. Üç güne dek silâhınızı hâzır idin.’ diyü buyurdukları ol meclisde amûcası Abbâs-ı Ekber’e ‘Alem-i şerif size ihaledir!’ buyurunca hemân ayak üzre kalkup: ‘Yâ Resûlallâh, ben pîr-i fânî oldum. Oğlum Sultân Mahmûd benden kuvvetlidir. Alem-i şerifinizi ana ihale idin.’ didikde bu kelâm hoş geldi. Bilâl-i Habeşî’ye buyurdılar ki: “Varın alem-i şerifi getirin.” Gelitridiler. Alem-i şerifin rikâbını Sultân Mahmûd’un boynuna hamâyil idüp teslim, Resûl-i Ekrem ve nebiyy-i muhterem kendi mübarek eliyle Sultân Mahmûd’a havale eyledi. Anunçün Resûlullâh ‘Ahî’ buyurdı ve ‘Ahi Evran’sın!’ diyüp ol zaman el kaldurup dua itdiler ki cemî ashâb Cebrail, Mikâîl, İsrafil ve Azrail aleyhi’s-selâm ve şâir melâikler bile indi. Buyurdılar ki, ‘Hak canibinden bu kadar einâyet oldı bize ve bir dahi vasiyyet idelüm.’ Resûlullâh buyurdı ki: ‘Bu ‘âlem-i hanedanda eAbbâs-ı Ekber neslinden tâ kıyamete dek otuz iki esnafa yol ve erkân ta’lîmiyle sürsünler.’ diyü.”
Kırşehir Müzesindeki şecerenâmelerin yanı sıra şahısların ellerindeki Ahi şecerenâmelerinde de aynı olaylar, küçük farklılıklarla nakledilir. Osman Şevki Uludağ’ın Konya’da Mesut Koman’dan aldığı 1856 yılında Mevlevi Mehmed Emin tarafından yazılmış bir şecerede, Muharrem Bayar’ın elindeki Ahi şecerenâmesinde, keza Erzurum’da Sıddık Tuzcuay’ın evinde bulunan bir başka metinde de benzer kayıtlar bulunmaktadır.[37]
Şecerenâmelerde Ahi Evran’ın -ki bahsettiğimiz ikinci Ahi Evran, yani gerçek Ahi Evran’dır- 830 (Miladî 1426) yılında Anadolu’ya geldiği, çeşitli şehirleri gezdikten sonra başka yere yerleşmeyip Kırşehir’de ikamet ettiği ve 93 yaşında iken öldüğü gibi bilgiler de vardır ki XV. yüzyıla tekabül eden 830 tarihinin doğru olamayacağı da açıktır.[38]
Şecerenâmlere göre Ahi Evran Kırşehir’e yerleşince halk, dev bir ejderhadan muzdarip oldukların anlatır. Ahi Evran o ejderhayı boğazına zincir takmak suretiyle kendisine ram eder, halk da bu sıkıntıdan kurtulur. Bu keramet de şecerenâmelerde Ahi Evran’la ilgili ortak anlatılar arasındadır.[39]
Kırşehir Müzesi’nde bulunan diğer şecerenâmelerden epeyce farklı olan Ahi Sinan Şecerenâmesi (7 numaralı şecerenâme),[40] Ahi Evran’la ilgili menkıbeler konusunda da kayda değer değişiklikler içermektedir. Bu şecerenâmeye göre Bedir savaşından sonra Ahi Evran, gazadan kendine düşen bolca ganimeti Hz. Peygamber’in önüne koyarak “Yâ Resûlallâh! Benim kudretim ve kanâatim vardır. Benim hissemi Allah içün fukaraya tasadduk eyleri.” der. Hz. Muhammed de ona “Allah sana ivaz eyleye.” diye duada bulunur.
Diğer şecerenâmelerde Bedir gazvesi dönüşünde Hz. Peygamber’in Ahi Evran’ı sıkıca kayrayarak “Evran’sın sen.” dediği olay, Ahi Sinan Şecerenâmesinde farklı ve çok daha tafsilatlıdır. Bu esere göre ona Ahi Evran adı, Hz. Ali’nin peygambere hitaben Mahmûd’un “evran” gibi savaştığı sözünden sonra verilmiştir. Hz. Ali’nin cevabından sonra Hz. Peygamber şunları söyler:
“Yâ ashâb! Hz. Âdem’den tâ bize değin gelen peygamberlerden ve ecdâdlarından birer yadigâr kalmışdır. Dahi debbâğlık san’atı anlardan bize kaldı. Ve biz de oll sanâyi’(i) Ahi Evran Şeyh Mahmûd İbni Abbâs’a ihsan eyledik.” Ondan sonra Hz. Abbâs, peygambere hitaben sen Mahmud’a san’at bağışladın, adım sen koydun. Ahi sahi imiş, ben de bütün malımı ona vasiyet ettim, der. Mecliste kim varsa Ahi Evran’a bir hediye sunar. Hz. Muhammed Hz. Ali’ye sen ne sunarsın der. O da kızım Zeynep Harun’u verdim, diye cevap verir. Diğer şecerenâmelerdeki “yeşil yaprak” motifi ise burada yoktur.[41]
Sadi Bayram’ın neşrettiği bir şecerenâmede de diğer şecerenâmelerde görmediğimiz bir kayıt vardır. Bu, aslında Hz. Peygamber’le sahabe arasında geçen çok bilinen bir olayın Ahi Evran’lı bir rivayetidir:
Hz. Peygamber ashabıyla birlikte yürürken yolda bir köpek ölüsü görürler. Sahabe, tiksintiyle burunlarını tutarak ve yüzlerini çevirerek geçerken peygamber “Negüzel dişleri var!” der. Ashab arasında Ahi Evran da vardır. O köpeğin derisini yüzüp tabaklayarak Hz. Muhammed’e getirir. Peygamber de onu tebrik ve tahsin eder.[42]
1.3.1.2. Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevisi
Kırşehir’in yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden Gülşehrî’ye ait olduğu iddia edilen ve Ahi Evran’ın kerametlerinden bahseden 167 beyitlik bir mesnevi vardır. Bu eseri ilk defa tanıtarak yayınlayan Alman Franz Taeschner[43] eserin Gülşehrî’ye ait olduğunu belirtmektedir. Claude Cahen de “Ayrıca Ahi Evran’a bir övgü de yazmıştır.” diyerek eserin Gülşehrî’ye ait oluşuna itiraz etmemiştir.[44]
Ahi Evran ile Gülşehrî’nin çağdaş ve Kırşehir’de yaşadıkları bilinen bir husustur. Agâh Sırrı Levend, Hulvî Mahmud Cemâleddîn’in “Lemezât” adlı eserinde Şeyh Ahi Mîrem-i Halvetî’den bahsederken Gülşehrî’yi Ahi Evran’ın halifesi olarak göstermesine rağmen başka kaynaklarca doğrulanmadığı için bunu kabul etmez.[45] Bu noktada Kırşehir hakkında da ilginç değerlendirmeler bulunması hasebiyle Lemezât’tan ilgili bölümlerin buraya nakledilmesinde yarar görüyoruz:[46]
“Menkûldür ki Kırşehri havas beyninde Gülşehri dinilmekle yâd olunurmuş. Sebeb oldur ki ibtidâ-yı binâ-yı şehr oldukda kerpiçlerine gülâb katmışlar. Bazıları dahi Ahi Evren-ı sani anda medfundur; ekser-i halk kemer-beste budur dirler; anun zaviyesinde olan şeyhün[47] nâmına Gülşehrî dirlerdi. Cengiz’e varup muaf itdürmişdi, şehir halkı ana bağışlanmışdur. Tahrîbden halâs itdürdüği içün Gülşehrî dinildi dirler.”
Bugünkü Türkçeyle ifade edecek olursak;
“Kırşehir adının, seçkin kişiler arasında Gülşehri olarak anıldığı söylenir. Bunun sebebi, şehrin temellerinin ilk atıldığında kerpiçlerine gülsuyu katılmış olmasıdır. Bazıları da, halkın çoğunun ‘şed kuşanan budur’ dedikleri ikinci Ahi Evran[48] orada gömülüdür. Onun tekkesindeki şeyhin adına Gülşehrî derlerdi. Cengiz’e gidip şehri bağışlatmıştır. Şehri harap olmaktan kurtardığı için onun adına Gülşehrî dediler, demektedirler.”
Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’mın tıpkıbasımınına bir “ön söz” yazan Agâh Sırrı Levend, gerek Lemezat’taki ifadelere, gerekse Kerâmât-ı Ahi Evran’da Gülşehrî’nin kendi ağzından Ahi Evran’ın halifesi olduğunu zikretmesine şüpheyle bakar. Çünkü Levend, Kerâmât-ı Ahi Evran’ın Gülşehrî’ye değil toplum içinde sayılıp sevilen biri olan Gülşehrî’nin adını kullanan “kendini Ahi Evran’ın halifesi göstererek halktan para ve mal toplamak isteyen bir şeyh”e ait olabileceğim ifade ermektedir.[49] Levend bu görüşünü bu eserle
Gülşehrî’nin diğer eserleri arasında yazarın kişiliği bakımından farklılıklar olmasına, Gülşehrî’nin öteki eserlerinde Ahi Evran’ın adının geçmemesine ve bu küçük mesnevide Feleknâme’den bahsedildiği hâlde birçok beytin olduğu gibi aktarıldığı Mantıku’t-tayr’ın hiç anılmamasına dayandırmaktadır.
Abdülbaki Gölpınarlı da bu eserin Gülşehrî’ye ait olamayacağı kanaatindedir. Ancak 844′de (1440-41) yazılmış olan Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nin Ahi Evran’ın bir menakıbı bulunduğunu bildirmesine bakılırsa böyle bir kitabın bulunduğunun muhakkak olduğunu belirten Gölpınarlı, yine bu eserde geçen;
“Ve dahi ma’lûm ola ki, Ahi Evren Sultân’ın aslın neslin, mevlûdun ve mekânın kimse bilmez. Zîrâ gâib erenlerdür. Anı Şeyh Sadreddîn Semerkandî izhâr eyledi. Andan mukaddem kimse bilmezdi ve sırrına vâkıf olmadı.” ibaresine dayanarak bu mesnevinin (Kerâmât-ı Ahi Evran) Gülşehrî’nin değil henüz kim olduğunu bilmediğimiz Sadreddîn-i Semerkandî’nin eseri olduğunu belirtmektedir.[50]
Mantıku’t-tayr’ı neşreden Prof. Dr. Kemal Yavuz da Levend’in kanaatini haklı bularak Kerâmât-ı Ahi Evran adlı eserin Gülşehrî’ye ait oluşu fikrine ihtiyatla yaklaşır. Yavuz, bu fikrini Gülşehrî’nin diğer eserlerinin hiçbirinde Ahi Evran adını anmamasına dayandırmaktadır.[51]
Mantıku’t-tayr’ı Süleymaniye Kütüphanesi Fatih nüshasına dayanarak neşreden Aziz Merhan[52] ise Gülşehrî’nin Ahi Evran’ın halifesi olduğu görüşündedir ve ihtiyat kaydı ile eserin Gülşehrî’ye aidiyeti konusunda Taeschner’e katılır.[53]
Eserin yazarının Gülşehrî olup olmadığı da elbette bu iki şahsiyetin aralarındaki yakınlığı ve ilişkiyi ortaya koyması bakımından Önemli ise de, sahibi kim olursa olsun bizi daha çok ilgilendiren, elde böyle bir metnin var olmasıdır.[54]
Kerâmât-ı Ahi Evran’a göre Ahi Evran: Kerâmât-ı Ahi Evran’a göre “Dünyada Ahi Evran idi. O, bütün Ahilerin sultanı idi. O, padişahın hasekisi; bütün beyler de onun önünde birer kul idi. Onun yeri firuze renkli gökyüzüdür. Ey ziyaretçi, sen Ahileri de öyle bil. Âlem içinde belli olan (bayrak olan) oydu. Dünyaya onun gibi bir ayak basmadı”:[55]
Ahi âlemde Ahi Evran idi
Kim kamu Ahilere sultân idi (8. beyit)
Padişâhun hasekisi ol idi
Kim kamu begler katında kul idi (9. beyit)
Günbed-i pîrûzdur astânesi
Zâyirâ Ahiyi eyle sanası (10. beyit)
Âlemün içinde ol idi alem
Gelmedi anun gibi sâhib-kadem (11. beyit)
Yazar Ahi Evran’ı Tanrı katına çıkmış, onun yüzünü görmüş biri olarak anlatır:
Ahi Evran kim Hak’a irmiş idi
Tanrı’nın dîdârını görmüş idi (14. beyit)
“Ahi Evran 93 yıl ömür sürmüş, ne helâli, ne haramı ihlâl etmiştir. Gönlünü kadın ateşiyle yakmamış, kimsenin ağzına, yüzüne bakmamıştır. O, ‘akıl’a dost, ‘nefis’e düşman idi”:
Toksan üç yıl dünyada oldı tamâm
Ne helâl öninde geçti ne haram (16. beyit)
Gönlini avret odına yakmadı
Kimsenün ağzın yüzine bakmadı (17. beyit)
Akla yâr ü nefse düşmen ol idi
Pâk-dîn (ü) pâk-dâmen ol idi (18. beyit)
Daha sonra Ahi Evran’ın kerametlerine geçilen eserde onun her vakit namazını Kabe’de kılıp tekrar şehrine (Kırşehir’e) geldiği, bazen doğuda dua ederken bazen batıda ayakta dururken görüldüğü kaydedilir:
Her namazı Ka’bede kılur idi
Girü kendü şehrine gelür idi (28. beyit)[56]
Gah maşrıkda kılur idi niyaz
Gah magribde idi ol ser-firâz (29. beyit)
Hasta olduğunda hiç inlememiş, sağlığında da hiç yatıp dinlenmemişti. Onun ölümü de öyle olmuştu ki can alıcı (Azrail) yanına gelmemiş, canını Allah’tan başkası almamıştı. Allah ona yüzünü göstermiş ve daha Azrail gelmeden o, canını vermişti:
Sayru oldı illa hiç inlemedi
Sağ iken bir dem yatup dinlemedi (36. beyit)
Can alıcı yöresine gelmedi
Hakdan artuk kimse canın almadı (41. beyit)
Tanrı dîdârın ana çün gösterür
Can alıcı gelmedin ol can virür (42. beyit)
Öldüğü gece ay tutularak ışığını vermemiş, hiç kimse yıldız parlaklığını görmemiştir. Öbür gün yas tutulmuş, Ahi Evran’ın ölümü bütün dünyaya ateş saçmış; matemi halkın yüreğini dağlamış, yer ve gök onun ölümüne ağlamıştır:
Ay dutuldı yahtusmı vermedi
Kimesne yıldız ışının görmedi (46. beyit)
İrtesi kim resm uruldı mateme
Ölümi od sacdı kamu âleme (47. beyit)
Matemi halkun yüreğin tağladı
Yir ü gök anun yasında ağladı (48. beyit)
Yine kerametleri arasında kötürümleri yürütmek, dağlan ovaya sürmek, göklerin sırlarına vâkıf olmak, deniz üstünde yürümek, Hızır (a.s.) ile her gün birlikte olmak sayılmaktadır (66-69. beyitler).
Yazar devamla, Ahi Evran’ın bizzat şahit olduğu bir kerametini aktarır. Hacc’a gittiğinde onu tavaf ederken gördüğünden, burada ne aradığını sormaya kalktığında ortadan kaybolduğundan, hac dönüşü kendisine bunu sorduğunda ise Ahi Evran’ın önce anlatmaya niyet edip sonra vazgeçtiğinden bahseder (83-96. beyitler).
Eserde daha sonra Ahi Evran’ın “sofra çekme”yi ve helva pişirmeyi sevdiği kaydedilir. Nihayet söz, “cömertlik” özellikle vurgulanmak üzere Ahiliğin değer ve erdemlerine getirir. Yazar, kendisinden ve Ahi Evran ile olan yakınlığından bahsederek eserini tamamlar.
1.3.1.3. “Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Velî” Adlı Mesnevi
Ahi Evran hakkında yazılan en eski eserlerden biri de Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Veli adlı doksan üç beyitlik mesnevi tarzında yazılmış bir eserdir. Varlığından haberdar olunmayan bu eser, el yazması nüshası elinde bulunan Baki Yaşa Altınok tarafından Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi’nce düzenlenen I. Ahilik Araştırmaları Sempozyumu’nda bir bildiri ile tanıtılmıştır.[57]
Bu mesnevi, Ahi Evran’ı tanımamız açısından Gülşehrî’ye isnat olunan mesneviden çok daha önemli ve değerli malzeme ihtiva etmekte ve dolayısıyla Ahi Evran’ın hayatı hakkında bilinmeyen ve tartışmalı kimi konulara açıklık getirmektedir. Gülşehrî’nin eserinde bir iki kronolojik hadise dışında Ahi Evran’ın sadece menkıbevî hayatına temas edilirken “Menâkıb”da gerçek hayatından da mühim kesitler sunulmaktadır.
Eser, Süleyman b. Alâüddevle b. Abdullah tarafından H. 997/M. 1588′de Kırşehir’de kaleme alınmıştır. Eserin 93 beyit olmasının tesadüfi olmadığı, Ahi Evran’ın yaşadığı her yıla bir beyit tekabül ettirilmek suretiyle yazıldığı açıktır.
Esere göre Ahi Evran’ın soyu Turfanlıdır ve adı da Hoylu Nasreddîn’dir:
Adına dirlerdi Nasreddîn Hoyî
Turfan idi ol erin nesli soyı (7. beyit)
M. 1206 yılında dönemin ticaret merkezi Kayseri’ye yerleşen Ahi Evran, burada bir deri atölyesi kurarak çeşitli renklerden oluşan deriler üretmeye başlamıştır:[58]
Ahi Evran Kayseri’de debbâğ idi[59]
Dürlü dürlü sahtiyan boyar idi (8. beyit)
Ahi ve Türkmenlerin koruyucusu olduğu bilinen I. Alaeddîn Keykubad, Kayseri’de ününü ve maharetlerini duyduğu Ahi Evran’ın dergâhına giderek tabakhanesinde ürettiği derileri inceledikten sonra sanatına hayran kalmış, bu münasebetle diğer ilim adamları, şair, edip ve sanatkârlar ile birlikte Ahi Evran’ı Konya’ya davet etmişti. Sultanın davetine uyan Ahi Evran, yerine baş kalfası Ahi Başara’yı bırakıp, Konya’ya göçmüştür:
Alâaddîn anda gördü hüneri
Ol eri Konya’ya da’vet eyledi (9. beyit)
Ahi Başara’yı kodu hay mada
Muradı yomum süre Konya’da (11. beyit)
Alâaddîn Keykubad’in ölümünden sonra, II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in tahta çıkarılmasında yabancı unsurların ve sığınmacıların entrikaları önemli rol oynamıştır. Bu olaya Ahiler ve Türkmenler sert tepki gösterdiler. Vezir Sadeddîn Köpek’in de kışkırtmasıyla p£ü ve Türkmenlere karşı yoğun bir sindirme hareketine başlayan ü. Gıyaseddîn Keyhüsrev, öncelikle büyük merkezlerin Ahiler ve Türkmenlerin liderleri konumunda olan Kırşehir’deki Baba İlyas’ı Amasya’nın Çat köyüne, Konya’da oturmakta olan Ahi Evran’ı Denizli’ye, Kırşehir’in İnaç köyünü yurt tutan Şeyh Edebalı’yı bugün Kırıkkale iline bağlı bir ilçe olan Balışeyh’e, Kırşehir’de oturan Hacı Bektaş Veli’yi Suluca Karahöyük’e sürgün ederek göz hapsinde tutuyordu. Bu sırada Sivas’ta bulunan Hacı Bektaş’ın kardeşi Mustafa Menteş sürgünü reddedince, Keyhüsrev’in adamları tarafından tutuklandı ve Moğol istilası sırasında şehit edildi.
Baba İlyas’ın müridi Baba İshak Kefersudî ise tutuklama esnasında firar edip Adıyaman ve Maraş yöresi Türkmenleriyle tarihteki Babaî isyanını örgütledi. Menâkıb-ı Ahi Evran Velî’de, bu olaylar şöyle aktarılır:
Evranı bed bular gammazladılar
Denizli’ye varuban yolladılar (31. beyit)
Bir karyede eyleyüben bâğbân
Yir yaruldı ne han kaldı hânümân (32. beyit)
Nece sırdaşın saldılar gurbete
Adı İlyâs idi hem gitdi Çat’a (33. beyit)
Bir hemdemi var key Kefersudî
Firar idüp âlemi cenge kodı (34. beyit)
Bir haldaşı dahi var idi Menteş
Evran’a yâr olup hemi de sırdaş (36. beyit)
Kırşehir’den kopdı Sivas’a gitdi
Nice leşker ilen görklü ceng itdi (37. beyit)
Sol karındaşım Öyük’de kodı
Hacı Bekdeş idi kim erin adı (38. beyit)
Gidem didi ol eri salmadılar
Her bir yanın yollarun bağladılar (39. beyit)
Hem Ede Balu İnacü’l-Gülşehri[60]
Ol hümâ olmışdı Evran’un yâri (40. beyit)
Nâmına dirlerdi erin Balı Şeyh
Vardığı yire ad oldı Balı Şeyh (41. beyit)
I. Alâaddîn Keykubad’ın öldürülmesiyle başlayan iç karışıklıklar, tarihteki Babaî İsyam’na dönüşmüştür. İsyana katılan Türkmenler Kırşehir’in Malya Ovası’nda kılıçtan geçirildi. Oluşan kaostan yararlanmak isteyen Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu Anadolu’ya saldırdı. Sivas’ı talan eden Moğol ordusu Kayseri’ye yürüdü. Şehri savunan Türkmenler ve Ahiler, Moğol ordusuna olanca güçleriyle direndiler. Kadınların kendi aralarında oturup istişare yaptıktan sonra Kayseri’yi savaşarak savunmaya karar vermeleri Menâkıb-ı Ahi Evran’da şu mısralarla dile getirilir:
Hatunlar oturuban danışdılar
Siylerüne[61] kamalar bağlaşdılar (48. beyit)
Varup Kayseri’yi tutdular mekân
Virmediler ol kâfire el aman (49. beyit)
Kırşehir’de “Terme” olarak bilinen ve bugün oteller bulunan kaplıcanın ilk defa Ahi Evran tarafından hamama dönüştürülerek halkın hizmetine sunulduğu, bir çarşı kurularak dükkânlarda birçok insanın istihdam edildiğini yine Menâkıb’dan öğreniyoruz:
Vardı key Kırşehrini tutdı mekân
Issı suyı eyledi ol dem hamam (62. beyit)
Bir çarşu yapdı çarpâre saraç
Doydı nice benzi soluh karnı aç (63. beyit)
Sultan ü. İzzeddîn Keykavus’un veziri Kadı İzzeddîn, Moğolları Anadolu’dan söküp atmak için, başta Ahi Evran olmak üzere, diğer Ahi ve Türkmen ileri gelenleriyle sık sık Kırşehir’de buluşup görüşüyordu. Moğolları Anadolu’dan atma planları, 1256 yılındaki Sultanhanı yenilgisiyle boşa gitti. Dinî, millî bir dava düşüncesi taşıyan Ahiler ve Türkmenler, ikinci kez Moğollar’dan ağır bir darbe yediler.
Moğollar’ın desteğini alan IV. Rükneddîn Kılıçaslan, 1260 yılında tek başına Konya’da tahta geçti. Kılıçaslan, Ahi ve Türkmenlere karşı baskılarını iyice artırdı. Kırşehir’in Malya Ovası, Moğol ordusunun yaylak ve kışlağı hâline getirildi. Kırşehir’deki bazı idarecilerle işbirliği içinde olan Moğollar, halka zulmediyor, esnaflardan ağır vergiler alıyor, evleri, ocakları dağıtıyorlardı. Ahi Evran, Allah’a “Kahhâr” sıfatıyla onları kahretmesi için yalvarıyordu:
Hân ü hânümânlar olısar yağma
Evran niyaz itdi Kahhâr Mevlâ (85. beyit)
Hayatları çekilmez bir hâl alan Ahiler, Moğol baskısına ve Selçuklu idarecilerine karşı ayaklandılar. Menâkıb-ı Ahi Evran’da bu ayaklanma şöyle anlatılır.
Didiler kim adûyla doldı eşhas
Key kafirler yedinde eyle halâs (80. beyit)
Nusret düeyüben bindi düldüle
Ol anda âlemde kopdı gulgule (86. beyit)
Ahi Evran’ın komutanlarından Şeyh Hamza, Malya Ovası’nda karargah kuran Moğol ordusuyla çarpışırken şehit düşmüştür. Şu beyit onun yiğitliğini ve kahramanlığını dile getirir:
Evran’ın bir eri var idi Hamza
Mislinde pehlivan basmadı arza (81. beyit)
Menâkıb-ı Ahi Evran’ın bundan sonraki kısmında, yukarıda Ahi Evran’ın ölümü bahsinde anlatılan olaylar yer almaktadır.[62]
1.3.1.4. Hacı Bektaş Velî Vilâyetnâmesi
Kültürümüzdeki evliya menkıbeleri anlatma geleneğinde önemli bir yeri olan Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, kendi türü içinde de en tanınmış olanıdır. Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî adıyla da anılan Vilâyetnâme XIII. yüzyıl Anadolu’sunun önde gelen mutasavvıflarından Hacı Bektaş Velî’nin yaptığı faaliyetlerle gösterdiği kerametleri anlatır. Hem Hacı Bektaş Velî hem de çağdaşı birçok âlim ve velî şahsiyetlerle ilgili bilgi ve rivayetlerin ana kaynağı olması, onun önemini artırır. Eser, yazıldığı dönemin dinî inançları, sosyo-kültürel yapısı ve gelenekleri ile ilgili önemli bilgi ve malzemeleri de içermektedir.
“Hacı Bektaş Velî, eski ismiyle Karahöyük, bugünkü adıyla Hacıbektaş’a geldiği zaman. Kırşehir (Gülşehir), o dönemde camiler, mescitler ve medreselerle dolu gelişmiş bir şehirdir. Şehirde bilginler, müderrisler ve ahlâk sahibi dürüst insanlar yaşamaktadır. Bunların içinde Ahi Evran adlı bir kişi de vardır ki, Anadolu’ya geldiğinde önce Denizli’de kalmış, ardından Konya ve Kayseri’ye geçmiş; sonunda da Kırşehir’e gelerek oraya yerleşmiştir. Vilâyet erenlerinden olup kerameti çoktu. O, aynı zamanda Vilâyemâme’deki ifadesiyle, fütüvvetdârların serveri ve serçeşmesidir. Bununla birlikte aslını, neslini, memleketini ve nerede doğduğunu kimse bilmezdi; çünkü o, gayb erenlerindendi, bu yüzden onun sırrım kimse bilmezdi. Anadolu’da onun tanınıp bilinmesini sağlayan kişi, meşhur sûfî Sadreddîn Konevî (öl. 673/1274) idi. Yine Ahi Evran’ın gün gibi açık birçok kerameti vardı, bu yüzden de eserde ona sık sık Ahi Evran Padişah denilerek yüceliği belirtilir.”[63]
Vilâyemâme, Ahi Evran’ı ilk olarak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile ilgili bir meselede ele alır. Bu çerçevede onun Anadolu’da tanınması ile ilgili olarak zikredilen keramet özetle şöyledir:
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile tanışınca diğer bilginlerle irtibatı keser. Durumu sultana bildirirler. Sultandan Mevlânâ’nın bir bildiği olması gerektiği yolunda cevap alınca bundan incinirler. Artık burada kalmanın uygun olmadığına hükmederek Konya’dan ayrılıp bir perşembe günü Arabistan’a doğru yola koyulurlar. Ertesi gün, Konya’da hiç bir yerde sala okunmaz. Sultan Alâaddîn, bir adam göndererek olayı Şeyh Sadreddîn Konevî’ye bildirir ve bir çare bulmasını ister. Sadreddîn nakibine emir vererek “Tez katırıma bin, Denizli’ye git; bağda bir bağcı var, şu şekilli, şu kılıkta kimsedir; varıp ona bizden selam söyle, ‘Şeyh sizi davet etti’, ikiniz de katıra binip hemen gelin.” der. Kaür, kırk adımda Denizli’ye varır, bağcıya (bahçıvan), şeyhin selâmını söyler ve davetini bildirir. Bağcı, Ahi Evran’dır. Katıra binip yine kırk adımda Konya’ya gelirler. Sadreddîn Konevî, Ahi Evran’dan giden bilginleri geri getirmesini ister.
Ahi Evran, şeyhin izniyle kalkar, üç adımda Çarşamba Suyu’nun üst yanındaki bilginlere yetişir onların önüne geçer ve “Dönün geri, buradan öteye size gitmeye yol yok.” der. Bilginler, Ahi Evran’in sözünü dinlemezler. Ahi Evran Padişah, “Ey yer, bunları tut!” der. Yer, bütün bilginlerin atlarım, develerini, katırlarım dizlerine kadar tutar. Bilginler, aman dilerler, Ahi Evran, “Ey yer bırak bunları!” deyince yer, hemen bunları salıverir. Bunun üzerine yine gitmeye kalkışırlar. Ahi Evran, yine “Ey yer, tut bunları!” der. Yer, bu sefer de atlarıyla onları dizlerine kadar tutar. Bu olay üç defa tekrarlanınca bilginler çaresiz bir şekilde dönerler. Ahi Evran, “Çabuk olun, Cuma’nın vakti geçmesin” diye seslenir. Bilginler, “Şimdi kaba kuşluk, nerden varacağız?” dediklerinde Ahi Evran, “Gözlerinizi yumun!” der. Hepsi gözlerini yumarlar, “Açın!” der. Açtıklarında kendilerim Konya’nın içinde bulurlar. Hepsi yerli yerine varır, böylece namaz vakti geçmeden Konya’da Cuma namazı da kılınır.
Bunun üzerine Şeyh Sadreddîn Konevî, Ahi Evran’in beline üstatlık şeddim bağlar; ona icazet ve inabet verir. Bundan sonra Ahi Evran, bir müddet Konya’da kalır, sonra Kayseri’ye gider.[64]
Bu menkıbedeki dağınık bilgileri tarihsel çerçevesine oturtacak olursak, Ahi Evran’in I. Alâaddîn Keykubâd’ın (saltanatı 1220-1237) çağdaşı olduğu ve dolayısıyla XII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIII. yüzyılın ilk yarısı arasında yaşadığı sonucu ortaya çıkmaktadır ve bu tespit, tarihsel gerçeklerle örtüşmektedir. Ayrıca Denizli’de bahçıvanlıkla meşgul olan Ahi Evran’in daha sonra geçtiği Kayseri’de debbağlık yani deri işçiliği yaptığı, büyük bir deri imalathanesi açtığı ve burada çok işçi çalıştırdığı görülmektedir.
Vilâyetnâme’deki bir başka menkıbe şöyledir:
Ahi Evran, Kayseri’de kimsenin yapamadığı türden renk renk sahtiyan (deri) işlemektedir. Bunları, üstü örtülü bir kapta muhafaza etmekteydi. Biri gelip kendisinden deri istese besmeleyle elini atar, ne renkte ve kaç tane deri istiyorsa çıkarır verir, parasını alırdı. Ne kadar deri istenirse istensin verirdi. O zaman her zanaat ehlinden ve her dükkândan vergi (yevmü’l-kıst) almak âdetti. Kendisini çekemeyenler, Kayseri sancak beyine gelip;
“Burada ulu bir üstad tabbâk var, işçileri çırakları çok; her gün dilediği kadar deri satıyor, malı çok fakat vergi vermiyor, ondan da vergi alsanız yerinde olur.”
diyerek onu şikâyet ederler. Bunun üzerine Kayseri Beyi, “Varın o da şu kadar mal versin. Yoktur derse bu şehre geleli işlediği derinin vergisini versin.” der ve soruşturmak üzere birkaç adam gönderir. Görevliler, gelip görürler ki imalathanenin kapısı kapalı, ortada kimse görünmüyor. Kapıyı açıp içeri bakarlar. Bir de ne görsünler? İmalathanenin içi evren (ejderha) dolu. Hepsinin gözleri, külhan alevi gibi parlıyor (ateş saçıyor); ağızlarını açıp kendilerine karşı kükrüyorlar. Bunun üzerine akılları, başlarından gider, korkarak kaçıp beye gelirler gördüklerini haber verirler ve anlarlar ki Ahi Evran, kuvvetli bir vilâyet eridir (keramet ehlidir).[65]
Bundan sonra Ahi Mahmud, “ejderha” anlamına gelen ejderin ateş gibi parlayan gözlerinden kinaye olarak “Evran” lakabını alır Ahi Evran olur.
Bu olaydan sonra Ahi Evran, Kırşehir’e yerleşmiş ve yine birçok keramet göstermiştir. Ahi Evran’in Hacı Bektaş ile gerçekleşen ilk görüşmesi burada olmuştur ki şöyledir:
Ahi Evran’in huzurunda muhipler cem olup sohbet ederlerdi. Bir gün Ahi Evran’a Hünkâr’dan bahsetmişler, pek çok kerameti olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine Ahi Evran, Hünkâr’ı görmek, onunla görüşmek istemiş ve Suluca Karahöyük’e doğru yola çıkmıştı. Bu durum, Hünkâr’a malum olmuş, o da oturduğu yerden kalkıp Kırşehir’e doğru yola çıkmıştı. Kırşehir’in yakınında bir tepe vardı, oradan tüm şehir görünürdü. O tepenin üstünde birbirleriyle buluşmuşlar; oturup muratlarınca biraz sohbet etmişlerdi, sonra vedalaşmışlar, arkasından Hünkâr, Suluca Karahöyük’e; Ahi Evran da Kırşehir’e dönmüşlerdi.[66]
Bundan sonra Ahi Evran ile Hacı Bektaş pek çok kez yine bir araya gelmişler, görüşmüşlerdir. Bir defasında Hacı Bektaş, Ahi Evran’ı görmek için Kırşehir’e hareket etmiş; bu hâl, Ahi Evran’a malum olmuş; sonra o da gelip aynı tepenin üstünde birbirleriyle buluşmuşlar, oturup sohbet etmişler, bu sırada Ahi Evran, “Erenler Şahı, ne olurdu burada bir pınar olsaydı da abdesi almaya, içmeye yarasaydı.” demiştir. Bunun üzerine Hünkâr, eliyle işaret edip bir yeri eşmiş; arı duru, güzel bir su çıkmış ve akmaya başlamıştı. Ahi Evran, bu defa “Erenler Şahı, bir gölgelik ağaç da olsa, sıcak günlerde gölgelenilirdi.” dediğinde Hünkâr ululuğu, “Ne ola Ahi’m?” demişti. Ahi Evran’ın kavak ağacından kesilmiş bir sopası vardı, bunun üzerine bir yeri kazmış, onu da alıp oraya dikmiş, bir anda ortalık yeşerip yapraklanmıştı. Bu olaydan sonra bir müddet daha sohbet etmişler, sonra vedalaşmışlardı.[67]
Bundan sonra da istedikleri zaman birbirleri ile buluşup aynı yerde sohbet ederlerdi. Vilâyetnâme’ye göre bu kavak ağacı, büyümüş, büyük gölgelik bir ağaç hâline gelmiş ve uzun yıllar yaşamış, ayrıca o pınar da uzun zaman akmıştır. Sonra Kırşehir’e biri gelip o ağacı kesmiş ve evinde kullanmış; Ahi Evran oğulları, durumu anlayıp ona;
“İyi etmedin, bu yaptığın sana hayır getirmez, orası Ahi Evran Padişah ile Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin oturup sohbet ettikleri yerdi, orası âşıkların, muhiplerin ziyaret yeriydi” demişlerdi. Gerçekten de bir süre sonra o adam ölmüş, evi de yıkılmıştı, bununla birlikte ağacı kesenler için de iyi olmamış, onlara da bu iş, iyilik getirmemiş, aradan bir zaman geçtikten sonra pınar da kurumuştu. Fakat yeri, Vilâyetnâme’ye göre bugün hâlâ bellidir.[68]
Bir başka Menâkıb şöyledir: Hacı Bektaş Velî, Kırşehir’e gitmişti, O zamanlar Kırşehir’de Kaya Tekkesi’nin kurıcusu Seyyid Salih isimli bir kişi vardı. Kaya Tekkesi’nde Hünkâr Hacı Bektaş, Ahi Evran, Şeyh Süleyman, İsâ-yı Mücerred ve Seyyid Salih oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Oradan da bir ırmak geçerdi. Derken, ırmaktaki kurbağalar ötüşmeye başlamışlardı. O derece ötüyorlardı ki, erenlerin huzuru kaçmıştı. Bunun üzerine Hünkâr, “A kurbağacıklar, ya biz söyleşelim siz dinleyin, ya da siz söyleşin biz dinleyelim ” demiştir. Bu söz üzerine kurbağalar, hemen susmuşlardı. Vilâyetnâme, o derenin o kısmında bir ok atımı yerde kurbağa sesi gelmediğini, derenin diğer bölümlerinde ise böyle bir şeyin olmadığını belirtmektedir.[69]
Manzum Vilâyetnâme’de bu olay şöyle nakledilmektedir:[70]
Bir ok atım aşağı vü yukarı
Kurbağası oranun ey mâh-rû
Ötmedi ötmez dahi bu deme dek
Er nefesidür sen anı dutma şek
O çayım aşağısı yukarısı
Hep ne varışa anun kurbağası
Öter illâ ötmez ol aralığım
Ötecek vakti gelince o çağun
Kırşehir’de işbu iş meşhur durur
Sen dahi var göresin mezkur durur
Yine bir seferinde Hacı Bektaş, Kırşehir’e giderek Ahi Evran’ın tekkesine uğrar. Hacı Bektaş’in geldiğini duyanlar tekkeye gelerek elini öperler. Bu arada bir olayı araştırmak için Kırşehir’de bulunan Kalacık kadısı, bilgi edinmek için tekkeye de uğrar. Hünkâr ona kim olduğunu sorar. O da durumu anlatır. Hünkâr: “Peki teftiş edebilecek misin?” diye sorunca kadı. “Teftiş edemesem padişah beni göndermezdi.” der. Hacı Bektaş Velî’nin “Biz bunca zamandır teftişteyiz hâlâ çözemedik. ” demesi üzerine bu sözdeki derunî manayı kavrar ve Hünkâr’ın eteğine yapışır.[71]
Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran pek çok defa bir araya gelmiş, görüşmüşlerdir. Bu görüşmelerden biri de Molla Sadeddîn isimli bir âlim ve öğrencileri sebebiyle olmuştur ki şöyledir:
Molla Sadeddîn, Aksaray’da yaşayan önemli bir âlimdir. Bir gün Hacı Bektaş ile görüşmek için otuz mollasıyla yola düşer. Yolda birine rastlayıp Hünkâr’ın nerede olduğunu sorarlar. O da, “Kırşehir’de Ahi Evran derler bir derviş var, onunla görüşmeye gitti,” diye cevap verir. Bu sırada mollalardan biri, “‘Ben hocaya uymak, onu yalnız bırakmamak için gidiyorum, yoksa Hacı Bektaş’da evliyalık nerde? Adını anarsam karım boş olsun.” der. Bu sözü duyan diğer bir molla da aynı şeyi söyler. Böylece otuzu da “Adını anarsak karımız boş olsun.” derler.
O gün, gece oluncaya dek yürürler; gece vakti girince yatıp uyurlar. Sabahleyin yola düşerler, gide gide Kızılırmak’a varırlar. Irmağın kıyısına gelince mollalardan biri, “Benim yıkanmam lazım.” der. Sonra otuzu da aynı şeyi söyler, hepsi elbiselerini çıkarıp suya girerler. Molla Said de “Dostlara uymak gerek.” diyerek katırdan iner, katırı bir yere bağlayıp elbiselerim çıkarır suya girer. Hepsi, elbiselerini bir yere yığarlar.
O sırada Hacı Bektaş Velî, Ahi Evran’la daha önce sözünü ettiğimiz pınarın kıyısında o ağacın başında oturmaktadır. Sohbet ederlerken “Ahi’m, mollalar bizim adımızı anmamaya yemin ettiler; şimdi suya girdiler, kalk yürü de onları, adımızı anmadıkça sudan çıkarma.” der.
Ahi Evran, hemen ejderha donuna girer ve bir anda oraya varıp elbiselerin üstüne çöreklenir, başını da kuyruğunun üstüne koyar. Mollalar bir süre yıkandıktan sonra içlerinden birine, “Sudan çık da, elbiselerimizi getir, giyinelim.” derler. O bilgin sudan çıkar; ama bir de ne görsün? Elbiselerin üstünde gözleri ateş gibi parlayan koca bir ejderha var. Korkusundan kaçmak isterken beti benzi atmış bir vaziyette iken ırmağa düşer; Mollalar, “Bu ne hâldir?” diye başına üşüşürler. Molla, gördüğü şeyi onlara anlatır, hepsi de korkup Sadeddîn’in yüzüne baka kalırlar.
Sadeddîn, “Burası ejderha olacak yer değil” der ve “Acaba katırımı da yutmuş mu?” diye merak eder. Ejderhayı gören bilgin, “Yok, katır duruyor.” der. Bunun üzerine Sadeddîn, “Bu olsa olsa, ziyaretine vardığımız erin işidir, bir de ben bakayım, göreyim.” diyerek sudan çıkıp ileri doğru gider. O anda ejderha, başını kaldırıp öyle bir kükrer ki Sadeddîn, kendisini suya zor atar. “Hep birden gidelim, Hünkâr’ı çağıralım, o yardım etsin bize.” dediğinde mollalar, “Nasıl çağırırız, biz onu anmamaya yemin ettik.” derler. Said, “İşte, şimdi iş anlaşıldı.” der. “Onu çağırmadıkça imkanı yok, bu işten kurtulamayız.” Nihayet ister istemez, ejderhaya karşı durup hep birden ‘”Ya Hünkâr!” diye bağırırlar. Ejderha, bir anda kaybolur, sanki hiç orada yoktur.[72]
1.3.2. Sözlü Gelenekte Ahi Evran
Ahi Evran etrafında teşekkül etmiş birçok efsane, yazılı kaynakların dışında, yüzyıllardan beri sözlü olarak da ağızdan ağza nakledilmeye devam etmektedir. Kırşehir’de Ahi Evran’ı konu alan efsaneler Mahmut Seyfeli tarafından derlenerek yayımlanmıştır ki, bazıları şöyledir:[73]
Ahi Evran, gençliğinde bir deri ustasının yanında kalfa olarak çalışmaktadır. Temiz ahlakıyla, çalışkanlığıyla ustasının gözüne girer, değer verdiği gençlerden biri hâline gelir. Ancak ustasının işleri çok da iyi değildir. Kıt kanaat geçinmektedir. Bir gün külliyatlı miktarda deri siparişi alırlar. Usta, bu siparişin kendisi ve yanında çalışan işçileri için çok cazip bir iş olduğunu düşünmektedir. Buna rağmen yeterince işlenecek derisi olmaması sebebiyle siparişi yerine getirememekten korkmaktadır. Onun üzüldüğünü gören Ahi Evran, dayanamaz:
- Usta, tabakhanenin bodrumunda biraz ham deri olacaktı. Bunları işleyelim. Siparişin tamamını olmasa bile bir kısmını karşılamış oluruz, der. Ustası:
- Elbette öyle yapacağız; başka çaremiz yok, der. Ahi Evran bodruma iner, derileri teker teker yukarı atmaya başlar. Deriler üst üste küçük bir tepe gibi yığılır. Ustası o sırada başka bir işle meşgul olduğu için durumu fark etmez. Sonra bu deri yığını dikkatini çeker ve şaşırır. Aşağıda birkaç işe yaramaz deriden başka bir şey olmadığını bilmektedir. Ahi Evran ise boyuna yukarıya deri atmaya devam etmektedir. Yukarısı deriyle dolmuştur. Usta aşağıya bağırır:
- Dur evlâdım! Ne yapıyorsun? Burası deriyle doldu, der. Ahi Evran:
- Usta sen eğer “Dur!” demeseydin, ben burayı arş-ı âlâya kadar deriyle dolduracaktım, der. Ustası onun erişmiş biri olduğunu anlar.
Bir Başka efsane şudur: Gece gündüz çalışan, dürüst, namuslu, Ahi Evran’ı kıskanarak “Derimizi çaldı.” diye iftira ederler. O, buna önem vermez; ama komşuları, üstüne daha çok varırlar. İşi, Ahi Evran’ın yaptırdığı tekke için “Bizden çaldığı malların parasıyla yaptırıyor.” demeye kadar vardırırlar. Tekke tamamlanınca burayı arkadaşlarına devredip, haset komşularına döner, kendisine haksızlık ettiklerini belirterek “Deriniz tabak tutmasın.” diye beddua eder. Sonra kocaman bir yılan olup binanın temeline akar. Bu sebeple ona “Evran” derler.
Bir gün bir deri tüccarı çok miktarda mal ister. Verilen süre içinde bu miktar derinin hazırlanamayacağını bilen hiçbir esnaf bu işe yanaşmaz. Tüccar en sonunda Ahi Evran’a gelir. O, da “Şimdi geç oldu. Yarın gel de bir çaresine bakarız.” deyip adamı yollar. Tüccar ertesi günü geldiğinde istediği malların hem de en kaliteli bir biçimde hazırlanmış olduğunu görerek hayretler içinde kalır. Bu işin nasıl olduğuna kimse akıl sır erdiremez.
Kırşehir merkezindeki Terme Kaplıcası’nın oluşumu ile ilgili bir efsane anlatılır:
Çok soğuk bir kış günü Ahi Evran Velî, müritleriyle Kırşehir civarında dolaşmaya çıkar. Gezerken namaz vakti gelir çatar. Şeyh, müritlerine:
- Şurada bir abdest tazeleyip namazımızı kılalım, der.
Müritler hemen etrafa dağılır, her taraf donduğu için bir damla su bulamazlar. Şeyh:
- Merak etmeyin şimdi buluruz! diyerek elindeki asasını orada ki büyük kayanın dibine üç kez vurur. Ardından kayanın dibinden sıcak su fışkırmaya başlar. Bu su ile abdestlerini alıp namazlarını kılarlar.
Daha sonra, bu kayanın dibine bir kaplıca yapılır. Bu kaplıca bugün hâlâ hastalara şifa vermeye devam etmektedir.[74]
Yukarıda Vilâyetnâme’den nakledilen “ötmeyen kurbağalar” da Kırşehir’de anlatılan efsaneler arasındadır. Ancak efsanede derenin adı belli (Kılıçözü) ve Ahi Evran ve Hacı Bektaş Veli’nin yanındakiler daha azdır.
Bir başka halk anlatısı Kore Harbi’yle alâkalıdır. Anlatıldığına göre, Kore Harbi sırasında, Türk kuvvetleri savaşın en çetin bir anında, çok zorda kalırlar. Askerlerimiz Allah’tan yardım talebinde bulunurlar. Bu sırada Kırşehir’deki Ahi Evran Türbesi’nde, Çaça Bey Medresesi’nde ve Âşık Paşa Türbesi’ndeki sancaklar ortadan kaybolur. Bir müddet sonra bu sancakların gönderlerinde kanlı el izleri olduğu hâlde yerlerine döndüğü görülür.
Kırşehirliler bugün de Ahi Evran’ın velî kişiliğini saygıyla anarlar. Evran olurken ettiği bedduanın Allah tarafından kabul olunduğuna, Kırşehir’de bir daha derilerin tabak tutmadığına inanırlar. Bu yüzden Kırşehir’de tabakhane olmadığını belirtirler.
Yine Kırşehirliler, Ahi Evran Camii’nin yanındaki çeşmenin suyunun şifalı olduğuna inanırlar. Şap hastası olan hayvanlarına bu çeşmeden su içirir, hayvanlarının ağzını, ayaklarını yıkarlar. Böylece hayvanın ağzında, tırnakları arasında çıkan yaraların iyileşeceğine inanırlar.
II.
BOLUM
AHİLİK
II.1. AHİ KELİMESİNİN KÖKENİ
“Ahi” kelimesinin kaynağı hakkında iki farklı görüş vardır: Bunlardan biri, kelimenin Arapça “kardeşim” demek olan “ahî” kelimesinden, ikincisi ise, ilk defa Dîvânu Lugâti’t-Türk’te geçen ve “eli açık, cömert” anlamlarına gelen Türkçe “akı” kelimesinden geldiği görüşüdür. Ahi kelimesinin Türkçe kökenli olduğunu ileri sürenlere göre, “akı” kelimesi Türkçede çok görülen bir ses olayı olan (k > h) değişimiyle “ahi” şekline dönüşmüş ve nihayet “ahi” olmuştur. Dilimizin kuralları içinde bu ses olayının birçok örneği vardır.
Bu mesele birçok yazıya konu olmuş, hatta sadece bu konuyu işleyen makaleler yazılmıştır.[75] İlk defa Necip Âsim (Yazıksız) tarafından bir gazete yazısında ileri sürülen, kelimenin Türkçe “akı”dan bu hâli aldığı görüşü[76] bilim çevrelerinde daha çok benimsenmiş ve genellikle kabul görmüştür. Ünlü dilbilimciler Jean Denny, Sir Gerard Clauson ve Andreas Tietze’nin görüşleri de bu doğrultudadır.[77]
Hibetü’l-hakâyık’ı 1918 yılında neşreden Necip Âsim (Yazıksız) eserde geçen;
Ahi erni öggil öger irsen
Bahılga katı ya okun gizlegil
beytinin açıklamasını “Cömerd kimseyi öğ eğer öğersen, bahıla [cimriye] kuvvetli yay okunu gezle [atmak için hazırla].” şeklinde yapmış ve gerek metnin açıklamasında, gerekse sona koyduğu lugatçede “Ahi” kelimesini “Ahi, akı, sehî, cömerd” olarak açıklamıştır.[78] Bu bilgilerden hareketle Necip Âsım’ın bizde kelimenin Türkçe olduğuna dair görüş sahiplerinin ilklerinden, belki de ilki olduğunu söyleyebiliriz.
Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde “Ayn” rumuzuyla kaleme alınan “Ahilere Dair” başlıklı yazının meçhul sahibi de, Arapça olduğu iddia edilen kelimenin “kardeşim” anlamındaki “ahî” ile karşılanmasının tutarlı olmadığını, “kardeşlik” anlamındaki kelimenin ise “ahi” değil “ahavey” olduğunu söyleyerek bu durumu “rekâket” (sözün kusurlu ve bağlantısız olması) tabiriyle değerlendirir. Yazar, halk arasında kelimenin “ahi” ve “âhî” şeklinde telaffuz edilmesinin, özellikle de “Âhî Baba” kullanımının dikkatini çekmesine rağmen buna bir Hibetü’l-hakâyık’ı okuyana kadar bir önem atfetmediğini fakat artık bunun kelimenin Arapça olamayacağına dair önemli bir işaret olduğunu düşündüğünü kaydetmektedir[79] ki bizce de bu çok mühim bir gösterge kabul edilmelidir.
Ahilik konusuyla en çok ilgilenen Batılı tarihçilerden Franz Taeschner ve Clauda Cahen ise bu konuda ters düşmektedirler. Taeschner, “Ahi kelimesi zahiren Arapçadaki ‘erkek kardeşim’ (ahî) kelimesi gibi görünse de esasında en eski bir Türkçe kelime olduğu sanılmaktadır. Zaten Uygurca, Kaşgarcada kelime ‘akı’ şeklinde ‘cömert, asil, alicenap, nezih ve civanmert’ gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Muhtemelen Türkmence (Güney-Batı Türkçesi) olan bu kelimenin ‘ahi’ şekli, Büyük Selçuk İmparatorluğu devrinde pek yaygın bir hâlde İran’a ve dolayısıyla oradan da Anadolu Türklerine geçmiş bulunmaktadır.”[80] demektedir.
Clauda Cahen ise bu hususta çok net bir kanaat sergilemeksizin XI. yüzyılda yaşamış ve kayıtlarda adı geçen “Ahi” unvanlı bazı kişiler olduğu temel fikrinden hareketle “… Bu şartlar altında ‘ahi’kelimesinin Arapça ‘ahi: kardeşim’den geldiğini kesin olarak kabul etmemek gerekirse de, dilbilimi ve anlambilimi bakımından mümkün olsa da, onun Eski Türkçe ‘ahi-akı: kahramanca’ kelimesinden türediği görüşü, Ahiliğin Türklerden kaynaklandığını kanıtlamak içindir.” der. Cahen, üçüncü bir iddia olarak kelimenin Farsça “ahund”dan (öğrenci) geldiği görüşüne telmihen de kelimenin Farsça olup olmadığının araştırılmasını “zahmete değer” bulur.[81]
Bizim bu konudaki kanaatimiz şudur: Kelimenin Arapça “kardeşim” anlamına geldiği düşüncesinde olanların temel dayanağı Cahen’in yukarıda ifade ettiği Anadolu’da Türkler arasında Ahilik yayılmadan önce İran’da “Ahi” unvanlı isimlere rastlanması gerekçesidir. Cahen, ismini tespit edebildiği en eski “Ahi” olan Ahi Farac (öl. 1068 yılından “az bir zaman önce”) için “Selçukluların ilk fetih yıllarında ölen Ahi Farac’ın Türk olması imkânsız değildir.” demektedir.[82] Ahi Farac’ın, Türk olduğu bilinen ünlü şair Genceli Nizamî’nin öğrencisi olması bu ihtimâlin hiç de zayıf olmadığını gösteriyor.
Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan yazıda değinilen hususlar da kelimenin Türkçe oluşunun ispatı noktasında çok önemlidir. Buradan hareketle kelimenin Arapça olduğunu düşündüğümüzde eski metinlerde de geçen “Ahilik” (Ahilik) kelimesi “kardeşimlik” demek olur ki, bunun uygunsuzluğu ortadadır.
Türk dili uzmanlarının değerlendirmeleri dikkate alındığında ve “cömert” anlamına gelen “akı” kelimesinin Ahilerin en temel özelliğiyle böylesine örtüşmesinin tesadüfi olamayacağı düşünüldüğünde “Ahi”nin öz Türkçe bir kelime olduğu sonucuna varırız. Arapların “ahî”, İranlıların “ahund-ahu” kelimelerini bir unvan olarak kullanmış olmaları da bir tenakuz değil tevafuk olarak kabul edilmelidir.
II.2. BİR KAVRAM OLARAK AHİLİK
Bir kavram olarak ise Ahilik, İslâm dünyasında Abbasi halifesi Nasır Li-dînillâh tarafından kurumlaştırılan “fütüvvet” kurumunun, Anadolu’da XIII. yüzyıldan itibaren millî ve yerli unsurlarla donanmış bir şeklidir.
Ahilik, Türk esnafının hayat anlayışına ve dünya görüşüne uygun olması sebebiyle daha çok esnaf arasında gelişmiş olmakla birlikte esnaf dışından da çeşitli meslek erbabını bünyesinde barındıran, Ahi Evran-ı Velî önderliğinde Anadolu’da, Anadolu dışında Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar’a kadar yayılan sivil bir yapılanmanın adıdır.
“Türk Fütüvvet Hareketi denilebilecek Ahilik kurumu, XIII. yüzyılda kurulup XX. yüzyıla dek, köylere varıncaya kadar Anadolu Türk toplumunda varlığını kesintisiz bir biçimde sürdüren; Anadolu Türk toplumunun birlik ve beraberliğini, refah ve düzenini sağlayacak ve halkın maddî ve manevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda örgütlenen; amaç ve çalışma tarzı açısından topluma hizmet sevdası ve aşkıyla bir tür özel yönetmelik sayılabilecek Ahi şecere ve futüvvetnâmeleri ile belirlenmiş iş – meslek – ahlâk disiplini; şeyh, usta, kalfa, çırak, yamak hiyerarşisi doğrultusunda çalışmayı bir tür ibadet telâkki eden; sınaî, ticarî, askerî, ekonomik, toplumsal, eğitsel ve kültürel faaliyetlerde bulunan bir sivil toplum kuruluşudur.”[83]
Daha geniş bir açıdan bakacak olursak Ahilik; bir yandan tek tek fertlerin ahlâkî erdemlerle bakımından donanımlarını, onları iyi birer birey yapmayı amaçlayan, öte yandan da bireylerin oluşturduğu aileden millete ve hatta topyekün insanlık âlemine varıncaya kadar bütün toplumsal yapıların huzurlu, müreffeh, barış ve esenlik içinde yaşamalarını hedef kılan bir “insanlık kurumu”dur.
II.3. AHİLİĞİN ANADOLU’DA DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
Fütüvveti kendilerine şiar edinen bir topluluğun, daha hicretin ikinci yüzyılında mevcudiyeti bilinmekte ise de[84] fütüvvetin kurumsallaştırılması Abbasi halifesi Nasır zamanında olmuştur. Halife Nasır Li-dînillâh, fütüvvet kurumunu resmileştirdikten sonra ikinci adım olarak asıl gayesini gerçekleştirmeye girişmiş, diğer hükümdarlara gönderdiği elçiler aracılığıyla onları da teşkilâta dahil etmek istemiştir.[85] Bu amaçla Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı I.İzzettin Keykavus’a, Şihabüddin Sühreverdî başkanlığında bir heyet göndererek kendisini teşkilâta dahil etmiştir.[86] Fütüvvet teşkilâtına giren Anadolu Selçuklu Sultanları arasında I.İzzettin Keykavus, I.Alâaddîn Keykubâd ve I.Gıyaseddîn Keyhüsrev’in isimleri geçer.[87] Bu girişimlerin Anadolu’da Ahilik teşkilâtının gelişmesinde etkili olduğu tahmin edilmektedir.[88] Halife Nâsır’ın teşvikiyle gerçekleşen bu temaslar sonucunda fütüvvet anlayışını temsil eden mutasavvıfların Anadolu’ya gelmesiyle burada büyük bir irşat faaliyeti başlamıştır. Bilhassa Evhadüddîn Kirmanı ve halifeleri için çok sayıda zaviye yapılmıştır.[89] Ancak, Anadolu’da Ahiliğin yaygınlaşması ve kurumlaşmasının sadece bu gelişmelere bağlı olmayıp Moğol tehlikesi nedeniyle Orta Asya’dan Anadolu’ya sürmekte olan göçün de etkili olduğu bilinmelidir.
Ahiliğin Anadolu’daki gelişimi üzerine bilim adamlarının görüşlerinde önemli farklılıklar gözlenmektedir. Fuat Köprülü, fütüvvete kaynaklık eden dinî hareketlerin esas itibariyle Bâtınîlikten çıktığını söyler.[90] Daha sonra, XIII. yüzyılda Ahilik adı altında çok önemli ve çok yaygın bir meslekî-tasavvufî bekârlar zümresi bulunduğunu, bunların Osmanlıların ilk zamanlarında mühim bir vazife gördüklerini, bunların fütüvvet mesleğine sahip olup senetlerini Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber’e kadar götürdüklerini, sufîlerin hırkalarına karşılık bunların fütüvvet şalvarı giydiklerini, içlerinde birçok kadılar ve müderrislerin bulunduğunu bu teşkilâtın herhangi bir esnaf topluluğu değil, o teşkilât üzerine istinat eden, akidelerini o vasıta ile yayan bir tarikat sayılabileceğini belirtir.[91]
Köprülü, daha sonra “Ahiler” namıyla bilinen fütüvvet zümrelerinin, İslâm âleminin hemen her tarafında göze çarpan esnaf teşkilâtına bağlı bulunduklarını ve Ahilik teşkilâtlarının Rufaîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Halvetîlik gibi tarikatlerle de pek çok bakımlardan ilişkili görülmesi gerektiğini, Ahilerin XIII. yüzyıldan XV. yüzyıl sonlarına kadar, bilhassa anarşi devrelerinde siyaseten çok önemli roller oynadıklarını, yine bu zümrenin Osmanlı saltanatının kurulmasında etken olduğunu ve Osmanlı merkezî idaresi güçlendikten sonra sadece esnaf teşkilâtı mahiyetinde kaldığını ifade etmektedir.
Bazı bilim adamları ise, Ahiliğin doğrudan doğruya Türk kaynaklı bir kurum olduğu görüşündedirler. Bunlar arasında en iddialı isim olarak dikkat çeken Neşet Çağatay’ın Ahiliğin fütüvvetten ayrı ve Türklere özgü bir kurum olduğu tezi önemli oranda kabul ve destek görmüştür. Ahiliğin kaynağının Orta Asya’ya kadar gittiğini söyleyen Çağatay, tezini Türklerin İslâm öncesi dönemlerden beri, sanat, ticaret ve başka meslek alanlarında büyük gelişmeler gösterdikleri, hatta ünlü Rus bilgini W. Barthold’un tespitlerini referans göstererek ticarî olarak “çek”in ilk defa Orta Asya’da Türkler tarafından kullanıldığı ve kelimenin Türkçe “çekmek” fiilinden geldiği gibi dayanaklarla öteden beri ticarî hayatın içinde olan Türklerin bu kurumu kurmuş olmalarının gayet tabiî olduğu görüşüne dayandırmaktadır. [92]
Çağatay, Avrupalı yazarlarların, her önemli konuda olduğu gibi Ahiliğin de temelini Arap, İran ve Avrupa’ya dayandırmaya çalıştıklarını; Ahiliğin kökenlerini Avrupa korporasyonlarına, Arap ve İran fürüvvetçiliğine, Melâmîlik, Karmatîlik ve hatta Masonlukta aradıklarını ifadeyle bunu şiddetle reddeder. Ahiliğin bir Türk kurumu olduğunun en büyük derili olarak İbni Battuta Seyahatnâmesi’ni gösterir.[93]
Gerçekten de gerek Çağatay’ın değindiği hususlar, gerekse -Faruk Sümer tarafından tespit edilen- dünyanın en eski uluslararası ticarî fuarının “Yabanlu Pazarı” adıyla Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesi Pazarören kasabası yakınlarında bulunan bölgede açılmış olması, Türklerin sanat ve ticarette ne kadar köklü bir geleneğe sahip olduklarının tartışma götürmez işaretleridir.
Âşık Paşaoğlu Tarihi’nde Ahiler, “Gâziyân-ı Rum” (Anadolu Gazileri), Hacı Bektaş tarafından kurulan “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Kadınları) ve “Abdalân-ı Rum” (Anadolu Dervişleri) adlı topluluklarla birlikte anılmaktadır.[94] Ahilerin, diğer zümrelerle birlikte Anadolu’nun birlik ve dirliği noktasında birlikte hareket ettikleri ve bu mücadelede büyük başarı gösterdikleri tarihen sabit hususlardandır. Ahilerin bu zümrelerle birlikte XII-XIV. yüzyıl Anadolu’sunun önemli tasavvufi oluşumlarıyla da sıkı işbirliği içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Ahilik, Horasan illerinden Anadolu’ya girmiştir. Fütüvvet teşkilâtının yapılanma modelinin kendilerine örnek alan ve daha Karahanlılar zamanında varlıkları tespit edilen Türk Ahileri Büyük Selçuklu İmparatorluğu içinde gün geçtikçe geliştiler.
Ahilerin Selçuklular döneminde üstlendikleri tarihî rol, Ahi Evran’ın hayatı münasebetiyle anlatılmıştı. Bu dönemde özellikle Ankara’da Ahilerin gücü, kimi yazarlara “Ankara’da Ahiler Hükümeti” başlıklı yazılar kaleme aldıracak kadar ileri idi.[95]
Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde de ciddî katkıları olmuştur. Osmanlı Devleti’nin doğuşu sırasında, Ahi liderleri ve aşiret beyleri, bu devletin kuruluşunda etkili olmuşlardı. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin çevresi, başta hem şeyhi, hem de kayın pederi olan Şeyh Edebalı ve birçok Ahi lideriyle doluydu. Osman Gazi, Ahi Şeyhi olarak bilinen Şeyh Edebalı’nın kızı Malhun Hatun’la evlenerek Ahilerin nüfuzundan istifade ederken Ahi liderlerinin devletin kuruluşunda önemli rolleri olmuştur. Bu Ahilerden bazıları, Şeyh Mahmud Gazi, Ahi Şemseddin oğlu Ahi Hasan, Cendereli (Çandarlı) Kara Halil gibi önemli Ahi liderleri idi.[96]
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Ahilerin oynadığı rolü, Friedrich Giese ayrıntılı olarak anlatmaktadır.[97] Giese bu makalesinde İbni Battuta Seyahatnamesi’nin Ahilerin Osmanlı’nın kuruluşunda oynadığı rolü tarafsız bir gözlemci sıfatıyla gözler önüne sermesinin çok önemli olduğunu özellikle vurgulayarak dikkatleri bu eser üzerine çeker. Yazar, Âşıkpaşazâde’den Hammer’e kadar muhtelif Osmanlı tarihlerini tenkit ederek yaptığı değerlendirmede, yeniçerilerle Ahiler arasında kullandıkları serpuşlar, bekâr olmaları vb. bakımlardan benzerliklere de dikkat çeker.
Osman Gazi’den sonra tahta geçen Orhan Gazi ve I. Murad Hüdavendigâr’ın da Ahi teşkilâtına mensup oldukları ve çevrelerinde birçok Ahinin bulunduğu belirtilir. Hatta I. Murad’in, Ahilerin elinden şed kuşanıp bu teşkilâta dahil olduğu ve Şeydi Sultan’ın kızıyla evlendiği, Ahi Musa’ya kendi eliyle kuşak kuşattığı bildirilmektedir. Osmanlının kuruluş devrinde önemli siyasî etkinlikleri olan Ahilerin bu etkileri kuruluştan sonra da devam etmiştir. Meselâ, Osman Gazi ölünce oğlu Orhan, Alâaddîn ile Ahi Hasan ve diğer Ahi ileri gelenleri toplanmışlardı. Orhan Gazi ölünce onun yerine, Ahilerin kararıyla, L Murad’ın geçmesi[98] de Ahilerin Osmanlı devletinin özellikle ilk dönemlerinde ne denli etkin olduklarını açık işaretleridir.
Ahiliği İslâm fütüvvet anlayışının Anadolu’daki tabiî bir uzantısı mı, yoksa fütüvvetten farklı ve tamamen Türklere has bir kurum mu olduğu noktasındaki kanaatimiz tıpkı “Ahi” kelimesinin kökeninde olduğu gibidir. Şöyle ki; Anadolu’da Ahi Evran’la birlikte şöhretlenen Ahilik kurumu[99] veya teşkilâtında çok etkin yerli ve millî unsurların olduğu muhakkaktır. Fakat öteden beri varlığı bilinen fütüvvet teşkilâtını ve onların temel eserleri olan fütüvvetnâmeleri Türk Ahiliğinden ayrı ve farklı düşünebilmek mümkün müdür? Bu konuda Prof. Dr. Ünver Günay’ın şu tespitleri bizim fikrimize de tercüman olur mahiyettedir:
“Anadolu’da Ahiliğin oluşumunda, İslâm dünyasında görülen fütüvvetin yanı sıra, İslâm Tasavvufunun, Batıniliğin, Melâmîliğin, İslâm’dan önceki eski Türk inançları, kültürü ve ahlâkının, Anadolu’nun o dönemdeki siyasî, tarihî, ekonomik, kültürel, sosyal ve dinî şartlarının etkilen olmuştur. Bu bakımdan da, Anadolu’daki Ahiliği, bütün bu etkileşimlerin ve bunların sonucunda Anadolu’ya göç etmiş bulunan Müslüman Türklerin Anadolu’da uğradığı dinî, sosyal, siyasî, kültürel vb. değişim ve dönüşümlerin birleşimlerinin bir sonucu olarak görmek gerekecektir. [100]
II.4. AHİLİK AHLAKININ KAYNAĞI: FÜTÜVVET
Ahilikle fütüvvet tamamen aynı şey olmamakla beraber fütüvvetin Ahiliğe kaynaklık eden en önemli kurum olduğu da şüphesizdir.
Fütüvvet, sözlükte genç, yiğit, cömert demek olan “fetâ” kelimesinde türemiş olup gençlik, kahramanlık ve cömertlik anlamında bir kelimedir. Terim olarak fütüvvet, “dünya ve ahirette halkı, nefsine tercih etmek”, “cömertçe vermek, başkasını rahatsız etmemek, şikâyet ve sızlanmayı terk etmek, haramlardan uzaklaşmak ve ahlâkî değerlere sahip olmak” diye tanımlanmıştır.
Kavram olarak ise fütüvvet, “Herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım ve iyilik etmek, başkalarını kendine tercih edip onların menfaatini kendi menfaatinden üstün tutmak, toplumun ve fertlerin mutluluğu ve kurtuluşu için kendini feda etmek” gibi anlamları içerir. “Fetâ”nın konukseverliği ve eli açıklığı sonuna kadar, yani kendisinin hiçbir şeyi kalmayıncaya kadar sürer. Fütüvvet ehli, arkadaşları uğruna canını feda eder. İşte bu yüzden konukseverliğin, yiğitlik ve fedakârlığın en yüksek mertebesine fütüvvet denmiştir.[101]
11.5. AHİLİK VE TASAVVUF
Selçuklu ve Osmanlı dönemi Anadolu’su muazzam bir kültürel birikimin taşıyıcısı olmuştur. Bu birikimde tasavvuf ve tarikatlerin katkısı, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Özellikle Horasan menşe’li ve kendilerini Ahmed Yesevî bağlısı olarak tanıtan Türk mühürlü tarikatler, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da gelişen siyasî hareketlerde ve oluşumlarda hep mühim roller üstlenmişlerdir. Bu oluşumların en önemlilerinden biri, hatta siyasî tarih söz konusu olunca belki en önemlisi Ahilik ve Ahi ocaklarıdır. Bu anlamda, Ahilik ve tasavvuf ilişkisi, hem Ahiliğin bizatihi kendisinin bir tasavvufî sistem olup olmadığı, hem de Ahilik ve Ahilerin diğer tasavvufî zümrelerle münasebetleri bakımından irdelenmesi zorunlu bir meseledir.
Kimi tarihçiler, adını tam koyamamakla birlikte Ahiliği bir tarikat olarak görmektedirler. Bunlardan Fuat Köprülü, Anadolu’daki diğer tarikatlerin “…hırkalarına mukabil ‘fütüvvet şalvarı’: serâvil-ifü-tüvve’ giyerlerdi, içlerinde birçok kadılar, müderrisler de bulunan Ahilik teşkilâtı o zaman alelade bir esnaf teşkilâtı değil, âdeta bir teşkilât üzerine istinad eden akidelerini o vasıta ile yayan, anarşi zamanlarında siyasî bir kudret iktisâb eyleyen bir nev’ tarikat idi.” demektedir.[102]
Ahiliği bir “meslekî tarikat” olarak gören Enver Behnan Şapolyo ise Ahilerin diğer tarikat mensuplarından farkını şu cümlelerle ifade eder: “Diğer tarikatlar tasavvuf hırkası giyerlerken Ahiler ocak başında demir doğuyorlar, tezgâhlarında kumaş dokuyorlar, sağlam mallar satıyorlardı. Bu tasavvuf cereyanının karşısında Türk zekâ ve iradesi bir de iş teşkilâtı kurmuştu. Vakıa bunlar zaviyelerinde ibadet ediyorlar, dinî bir hava içinde yaşamakla beraber iş terbiyesiyle de çok mükemmel yetişmekte idiler.”[103]
Ahiliği tarikat olarak görmek veya göstermek isteyenlerin; Ahilerin tarikatler gibi bir “zaviye”lerinin olması, bu zaviyelerde “postnişîn” şeyhler olması, şeyhler şeyhi anlamına gelen “şeyhü’ş-şüyûh”larının varlığı, bu şeyhle bağlılık, zaviyelerde verilen eğitim vs. gibi birçok mesned bulabilecekleri şüphesizdir. Hatta Ibni Battuta’nın verdiği bilgilere göre, Denizli ve Bursa Ahilerinin ritüelleri arasında raks ve sema yer almakta idi.[104] Şed kuşanma törenlerinde okunan tercümanlar, belki Ahilikte “zikir” ve “vird” olarak dahi düşünülebilir. Fütüvvetnâmelerde kullanılan dilin tasavvufî eserlerle büyük oranda örtüşmesi v.b. şeyler de bunlara ilâve edilebilir.
Fakat Ahiliğin tarikatlerden farklı olan tarafları, benzerliklerinden çok daha fazladır ve Ahiliğin özü de asıl bu farklılıklarda yatar. Aslında en temel farkı fütüvvetle Ahilik arasındaki farklarda aramak doğru olur. Ahiliği fütüvvetle eşdeğer gördüğümüz takdirde bir tarikat olarak kabul etmekte haklı pek çok nokta bulunabilir. Hâlbuki Anadolu Ahiliğinin Arap ve Fars fütüvvetinden oldukça farklılaşmış, yerlileşmiş olması, Ahileri yaşanan hayatın daha merkezine getirmiş, tasavvufla olan bağlarını da, hem bir sistem, hem de organizasyon olarak önemli oranda zayıflatmıştır.
Ahilik ve tarikatler arasında şeklî bakımdan belirgin bir fark olarak Ahilikteki “hiyerarşik yapı” gösterilebilir.[105] Umumiyetle talibe yönelik öğütlerden oluşan, icazet ve inabet törenlerine mahsus bir takım tercümanlar dışında tarikatlerin temel ritüellerinden olan “zikir”, “teşbih” v.b. törenler Ahilikte yoktur.
Ama Ahiliği tarikatlerden farklı kılan asıl unsurlar şekilde değil özde aranmalıdır. Diğer tarikatlerin çoğunlukla içe dönük, merkeziyetçi ve teslimiyetçi yapısına karşılık Ahi, yaşanan hayatın tam ortasında yer alır. Yaşamak ve yaşatmak için üretmek, ürettiğini hak, insaf ve adalet ölçüleri içinde yaymak (pazarlamak) ile mükellef olan Ahi için Ahilik, gözü kapalı teslim olunacak bir inanış veya fikir sistemi değil; aklın daima devrede olduğu, ahlâk ile sanatın bütünleştiği, “liyakat” esasına dayalı bir değerler manzumesidir.
Ahiliğin başlı başına bir tarikat olmadığı, esasen, çok farklı tasavvufî zümrelere mensup kimselerin Ahi ocaklarına mensubiyetinden de açıkça anlaşılmaktadır. Ahilerin bu zümrelerden Mevleviler ve Bektaşîlerle olan münasebetlerine ileride ayrıntılı olarak değinilecektir.
Ahilerin, Bektaşî ve Mevleviler dışında, dönemin önemli tarikatlerinden Babaî, Rufâ’î, Kadiri ve Haydarî tarikatleri ile de türlü münasebetleri ve yakınlıkları olmuştur. Anonim Bektaşî fûtuvvetnâmelerinin[106], Ahmed er-Rufâî’ye bağlı bir zat tarafından kaleme alınan Yâsîn er-Rufâî Fütüvvetnâmesi’nin[107] varlığı; Abdulkâdir Ceylânî’ye sık sık yapılan tazimler ve dualardan ve şecere kayıtlarından Kâdirîlere ait olduğu anlaşılan bir Ahi şecerenâmesinin[108] mevcudiyeti, Ahiliğin tasavvuf ve tarikatlerle ilişkisini gösterdiği gibi Ahiliğin başlı başına bir tarikat olmadığını da işaret eden önemli belgelerdir.[109]
Bu eserlerin farklı tarikatlere mensup kişilerce kaleme alınmış olması, Ahiliğin bütün mutasavvıf zümreleri kucaklayan, hoşgörü ve “birlik” esasına dayalı bir yapılanma modeline sahip olduğunun da göstergesidir.
Türk siyasî tarihinin XIII-XVI. yüzyıllar arasındaki şekillenmesinde Anadolu’da mevcut tarikat veya teşkilâtlardan özellikle Bektaşîlik, Ahilik ve Mevlevîliğin diğer oluşumlardan daha önde olduklarını ve önemli görevler üstlendiklerini görüyoruz. Ahilik ve Ahilerin bu iki zümreyle ilişkileri son derece önemlidir.
II.5.1. Ahilik-Mevlevîlik
Mevlevîlik, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve onun fikirleri etrafında birleşen kişilerin oluşturduğu “insan” odaklı bir tasavvufî düşünce sistemi, bir tarikattir.
Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Ahiliğin çoğunlukla bir arada anılması, ortaya çıkış dönem ve yeri bakımından denk oluşlarıyla ilgilidir. Bu üç tarikatin bir arada anılmalarının bir başka sebebi de her üçünün de, kurucusu / fikir kaynaklan Horasan erenleri olan Türk kökenli tarikatler oluşudur.
Kamuoyunda umumiyetle, Ahilik ile Mevlevîlik arasında sürekli bir anlaşmazlık ve niza olagelmiş gibi bir zan mevcuttur. Devrin siyasî şartlan gereği Ahilerle Mevleviler arasında belirli dönemde iyi ilişkiler görülmediği bir gerçekse de bu ihtilâfın çok uzun süreli ve kalıcı olmadığı da bir gerçektir.
Ahiler arasında başka tarikat mensupları olduğu gibi Mevlevîlerin de bulunduğu bilinmektedir. Taeschner’in ifadesiyle “Mevlânâ ve Mevleviye tarikatı, Ahi mahfillerinde kısmen muvafakat, mensubiyet ve taraftarlık ve aynı zamanda da kısmen reddiye ve muhalefet bulmuştur.”[110]
Yine Taeschner, Menâkıbu’l-ârifîn’de Mevlânâ Celâleddîn Rumî’nin dostu ve ilk halefi olarak vasıflandırılan Çelebi Hüsameddîn’in, ilk Ahilerden Ahi Türk’ün torunu olarak zikredilmesini Ahilik-Mevlevîlik ilişkisinde önemli bir işaret olarak gösterir.[111]Anadolu’da XIII. yüzyılda kaleme alınan ve bir Türk tarafından yazılan ilk fütüvvetnâmenin (Farsça) müellifi olarak bilinen Nâsırî de Mevlevi idi.[112]
Gülşehrî de dahil olmak üzere, Mevlevi veya Mevlânâ muhibbi olan birçok şairin fütüvveti ve Ahiliği önemsemeleri ve hatta övmeleri de Mevlevîlerde Ahilere ve Ahiliğe karşı bir temayül olduğunu hatta fütüvvet prensiplerini benimsediklerini, benimsedikleri gibi yaymaya da çalıştıklarını göstermektedir.
Gülşehrî’nin -kendisine ait oluşu tartışmalı olan- yukarıda temas ettiğimiz Kerâmât-ı Ahi Evran mesnevisinden başka, Mantıku’t-tayr’ında da Ahilik ve fütüvvet erkânı hakkında bilgi veren bölümler ve sadece bu konuyu işleyen 268 beyitlik uzun bir hikâyesi vardır[113].
XIV. yüzyılda yaşadığını tespit ettiğimiz Kayserili kâtip İbrahim Beg de, Türk dilinin ilk Mesnevi yorumcusu (sarih) diyebileceğimiz bir Mevlevi şair olarak fütüvvet ahlâkını övmekte bir beis görmemektedir.[114]
Eserindeki bir beyitte Gülşehrî’den “Hâce Gülşehrî” diye saygıyla bahseden, Âşık Paşa’nın çağdaşı İbrahim Beg, samimi bir Mevlevi’dir. Onun Külliyât’ında fütüvveti öven ve fütüvvetin temel kurallarını anlatan bölümler bulunmaktadır. Bunları sadece birer edebî metin olarak görmemek gerekir. Bu eserler, Ahiler ve Mevleviler arasındaki anlaşmazlığın kalıcı ve sürekli olmadığını, aksine birbirlerine karşı bir muhabbet ve temayül içinde olduklarını gösteren önemli belge-metinlerdir.
II.5.2. Ahilik-Bektaşîlik
Gerek Osmanlı’nın kuruluşu öncesinde, gerek kuruluş döneminde ve gerekse sonraki devrelerde Bektaşilik ve Ahilik, toplumsal dokumuzun iki güzel rengi, iki zenginliği olmuş, devletle münasebetlerinde makul ve “birlik” düşüncesine gönülden bağlı kalarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Horasan kaynaklı bu zenginlik, bir mozaik değil ama muazzam ve dengeli bir halita oluşturuyordu. Bu halita aynı zamanda devleti kuran iradenin toplumsal dinamiklerini oluşturuyordu.
XIII. yüzyılda Kalenderîlik içinde teşekküle başlayıp XV. yüzyılın sonlarında Hacı Bektaş-ı Velî an’aneleri etrafında Anadolu’da ortaya çıkan bir tarikat[115] olan Bektaşîlik ile Ahiliğin ilk ilişkileri Ahi Evran ile Hacı Bektaş-ı Velî’nin menkıbelerde ifadesini bulan dostluklarıyla başlar.
Ahilik ve Bektaşîlik arasındaki ilişki o kadar yoğun ve o kadar girifttir ki, bu yakınlık, konu üzerinde kafa yoran bilim adamlarını hüküm vermekte zorlamış, hatta onlara Köprülü’de olduğu gibi Ahilerin bir dönemden sonra Bektaşî adını almış olabileceklerini dahi söyletebilmiştir:
“Biz, Bektaşilik ve -ondan pek az farklı olan- Kızılbaşlıkla Ahilik arasında âyin ve erkân itibarıyla büyük bir müşabehet görmekteyiz. Binâenaleyh Ahilerin sekizinci asır sonlarında Bektaşî adını alarak silsilelerini Hacı Bektaş Velî’ye isnad ve îsâl etmeleri bize göre baîd bir ihtimal değildir. Bu ihtimal kabul edilmese bile, herhalde Ahilik’in Bâtıni mâhiyeti inkâr edilemez. “[116]
Köprülü’nin sözünü ettiği erkân ve âyinleri Abdülbaki Gölpı-narlı açarak “tîğbend bağlama, meydan süpürülmesi, eşik ve kabul tercümanları, talibi mürşide salavat ile teslim etmek, tövbe, on iki imama salavat, telkin ve şerbet sunma erkânının Bektaşîliğe fütüvvet erkânından geçtiğini, Kalenderîlikten geçen traş erkânıyla halifeye sofra, tuğ, çerağ ve alem verilmesi ve hırkayla tennurenin de Bektaşilikten fütüvvet erkânına geçen şeyler” olduğunu ifade etmektedir.[117] “Esasen Alevîlikteki musahip ve pîr tutmak, halifelik ve mürebbîlik de Ahılıktan alınmadır.” diyen Gölpınarlı, “Hâsılı, Bektaşilerle Alevîler, ahılarla o kadar karışmışlardır ki inanış ve bilhassa erkân bakımından aralarını ayırd etmek çok güçtür.” diyerek bu probleme işaret etmektedir.[118]
Ahilikle Bektaşîliğin erkân benzerliklerinin başta geleni “şed” veya “kuşak” kuşanma, her iki sistemde ortak kullanılan ifadeyle söylersek “kemer-beste”liktir. O konudaki benzerlikler çalışmamızın ilgili bölümünde ayrıntılı olarak ifade edilecektir.
“Tâc ve hırka”, Bektaşiliğin temel sembolleri arasındadır. Öyle ki Bektaşîler arasında sadece taç ve hırka giyme erkânı üzerine Tâc-nâme, Kisvet-nâme adında müstakil eserler kaleme alınmıştır. Radavî Fütüvvetnâmesi’nden öğrendiğimize göre taç ve hırka giyme fütüvvet erkânında da vardır: “… ve andan tâc ve hırka giydürürler. Ve yol atası ve yol karındaşı tutarlar ve kuşak kuşadurlar. Tuğ ve alem virürler. Andan sonra seccadeye geçürürler, ba’dehu helva bişürürler ve birbirine lokma sunarlar. “[119]
Bunların devamında Radavî’de fütüvvet erkânının temel ritüelleri olan “Bir şehirden bir şehre helva göndermek, tıraş, tâc ve hırka, pîr tutmak, yol atası ve yol karındaşı tutmak, tercüman söylemek, helvayı cüfne sunmak ve bahş eylemek, tuğ ve alem almak”[120]gibi erkânların Hz. Âdem ve Cebrail’den kaldığı bildirilir ki, bunlardan kimi fütüvvetnâmelerde hiç yer almayan “tıraş”, Bektaşîliğin önemli erkânlarındandır.
Bektaşilikteki ikrar erkânından önce “meydan süpürülmesi”, “sofra çekmek” ve tören sonrası “şerbet” içmek ritüelleri de Ahilikle Bektaşilik erkânında dikkat çekici benzerliklerdendir. Şerbet konusunda tek fark, Ahilerde şerbetten anlaşılan “tuzlu su” iken Bektaşîlerinkinin bal şerbeti olmasıdır.
Hangi erkânların fütüvvetten Bektaşîliğe, hangilerinin Bektaşîlikten Ahilere geçtiği konusu çok karmaşık ve tespiti neredeyse mümkün olmayan meselelerdir. Bu hususta doğruluğundan şüphe edilemeyecek bir nokta varsa bu iki inanç sisteminin, temellerinin Hacı Bektaş Veli ve Ahi Evran dostluğuna dayanan bir yakınlık ve etkileşme içinde atıldığı ve bu iki müessese arasında bir çatışma veya huzursuzluğun görülmediğidir.
Bütün bunlar bize, Ahilik kurumuna, Ahi ocaklarına salt bir esnaf örgütlenmesi veya yalnızca bir takım ahlâkî prensipleri vaz’ eden bir kurum olarak bakmamızın eksik kalacağım gösteriyor. Çünkü Ahilik, bunların yanı sıra Bektaşîlik gibi Anadolu coğrafyasında varlığını asırlar boyu devam ettire gelmiş bir tasavvuf cereyanına da kaynaklık etmiş, yani güçlü teşkilâtı ve bir “insanlık sanata” olan sistemiyle Anadolu inanç coğrafyasının şekillenmesinde de birinci derecede rol oynamıştır.
Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Ahiliği “Osmanlı toplum yapısının temel dinamikleri” olarak niteleyen Osman Horata, Ahiliğin geniş kabulüyle bütün toplumu kucaklayıcı tarafını şöyle ortaya koymaktadır:
“Mevlevîlik, her kesimden taraftar bulmakla birlikte daha çok orta burjuva kesimine hitap eden ve sünnî anlayışa sahip bir tarikat olurken; Bektaşîlik yerleşik ve göçebe Türkmenlerden oluşan halk kesimi arasında yaygınlaşan ve bilhassa Rumeli’deki Hıristiyan kesimin ‘ihtida’sında etkili olan heterodoks bir tarikat hâlini almıştır. Esnaf ve tüccar kesimi arasında yaygınlaşan Ahilik ise, şehirli ve köylü toplulukları birbirine bağlayan köprü görevini görmüştür. Toplumun bütün kesimlerini kuşatan Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Ahilik, bu özellikleriyle Osmanlı toplumunu ayakta tutan saç ayaklan hâline gelmişlerdir,”[121]
Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Ahilik ilişkisi üzerine son sözleri, Ahilik felsefesini en mükemmel biçimde ifade eden, bir rivayetle bitirelim.
Güya, birkaç derviş Konya’da Hz. Mevlânâ’nın yanına giderler ve
- Siz Mevleviler ne yaparsınız yâ Hz. Mevlânâ? diye sorarlar. Mevlânâ “sema” yaptıklarına işaretle:
- Allah der, döneriz, der.
Dervişler Konya’dan Sulucakarahöyük’e gelerek Hacı Bektaş-ı Velî’ye-/ Mevlânâ’ya sordukları suali ve Mevlânâ’nın cevabını hatırlatarak:
- Peki siz ne yaparsınız ? diye sorunca Hünkâr:
- Biz bir kere “Allah” deyince bir daha dönmeyiz, diyerek kinayeli bir cevap verir.
Oradan Kırşehir’e geçen dervişler Ahi Evran sultanı bulurlar. Ona da Mevlânâ ve Hacı Bektaş’la olan konuşmalarını nakilden sonra aynı soruyu yöneltirler. Ahi Evran şöyle der:
- Biz, “Allah” deyip çalışırız.
II.6. ARILIĞIN
KAYNAKLARI
II.6.1. Ahiliğin Anayasası: Fütüvvetnâmeler
Ahlâk kitaplarında fütüvvet, bütün ahlâkî erdemleri kapsayacak şekilde kullanılmış, bu erdemlere sahip kişilere “fütüvvet ehli”, fütüvvet âdâb ve erkânı ile ilgili olarak yazılan eserlere de “fütüvvetnâme” adı verilmiştir.
Kütüphanelerimizde Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış çok sayıda fütüvvetnâme bulunmaktadır. Bu eserleri her ne kadar “Ahiliğin Anayasası” olarak nitelemişsek de bunlar tek ve değişmez metinler değillerdir. Dahası, bu eserlerin arasında birçok farklılık da bulunmaktadır. Bu farklılıkların bir kısmının dönemsel, önemli bir kısmının da fütüvvetnâme yazarının mensup olduğu tarikatla ilgili olduğunu altım çizerek vurgulamalıyız. Özellikle Anadolu’da yazılan ilk fütüvvetnâmelerin tasavvufî boyutu daha belirgin ve ana prensipler açısından Bâtınî yapılanmalarla daha ilişkili iken yakın dönemlere gelindikçe dinî vurgulamaların arttığı ve Sünnî akidenin etkili olduğu gözlenmektedir.
Sözünde durma, doğruluk, güven verme, eli açıklık, alçak gönüllülük, bağışlayıcılık, dindarlık, başkasının ayıbım görmemek gibi kuralları kapsayan fütüvvetnâmeler, Ahilikle birlikte Bektaşîlik, Rufaîlik, Kalenderîlik, Melâmilik, dahası Yeniçeri sakaları gibi tarikat ve teşkilâtlarca da benimsendi. Her biri, kendi örgütlerine özgü özellikler içeren irili ufaklı fütüvvemâmeler yazdılar. Bunların kimileri, Ahilerin kullandıkları fütüvvetnâmeleri aynen alıp kimi yerlerini değiştiriyorlardı. Fütüvvetnâmeler o kadar değişken eserlerdir ki, aynı fütüvvetnâmenin değişik nüshalarında dahi ciddi farklılıkların olduğu göze çarpmaktadır.
Bunlarla birlikte, hangi dönemde olursa olsun, Ahiliğin sadece “ilkeler” boyutunda değil, gerek teşkilâtlanma ve gerekse törensel işleyişte temel başvuru kaynaklan bu fütüvvetnâmeler olmuştur.
Kimilerinin yazarı ve yazılış tarihi belli olmayan onlarca fütüvvetnâme arasında Türkçe yazılmış olanların sayısı yirmi civarmdandır. Bunların on kadarının yazan bilinmekte, diğerlerinin kimler tarafından kaleme alındığı bilinmemektedir. Birkaç tanesi manzu olan fütüvvetnâmelerin çoğu düzyazı hâlinde kaleme alınmıştır. Fütüvvetnâmeler üzerine ilk büyük çalışmayı yapan Abdül-baki Gölpınarlı’dır.[122] Bu alanda yapılmış bir başka önemli çalışma, Ali Torun’un Türkçe fütüvvemâmeler üzerine hazırladığı -daha sonra yayınlanan- doktora tezidir.[123] Cemal Anadol ve Mehmet Saffet Sarıkaya da doğrudan fütüvvetnâmeleri ele alan çalışmalarını kitaplaştırmalardır.[124]
Mevcut bilgilerimize göre Türkçe fütüvvetnâmelerin en eskisi, Burgazî Fütüvvetnâmesi adıyla bilinen Çoban Halil oğlu Yahya Burgazî’nin XIII. yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilen[125] eseridir.
Fütüvvetnâmelerde Nelerden Bahsedilir?: Fütüvvetnâmeler birbirinin aynı eserler olmamakla beraber birçoğunda ortak olan konular bulunmaktadır. Bütün Şark-İslâm eserlerinin müşterek bir özelliği olarak besmele, hamdele ve salvele (Allah’a hamd, peygambere salat) ile başlayan fütüvvetnâmelerin hemen hepsinde fütüvve-tin kaynağı ilk insan, ilk peygamber Hz. Âdem’e kadar çıkarılır. Ondan Cebrail vasıtasıyla Allah’a ulaşır. Buna göre fürüvvetin kaynağı bizatihi Allah’tır. Fürüvvet, Cebrail vasıtasıyla “Âdem’den Hâtem’e kadar” 124 bin peygambere gelmiş, Hz. Muhammed’de kemâle ermiş, ondan da dört halife vasıtasıyla günümüze ulaşmıştır.[126] Fütüvvetnâmelerde, başta Hz. Muhammed olmak üzere Âdem, Nuh ve İbrahim peygamberlere ve kısmen diğer peygamberlerin kıssalarına yer verilir.
Fütüvvetnâmelerin doğrudan Ahilikle ilgili olan, yani Ahilik düsturlarını ortaya koyan bölümlerinde fürüvvet ehli için açık ve kapalı olan kapılardan, ehl-i fetânın neler yapıp neler yapamayacaklarından, yani Ahiler için yasak ve caiz olan özelliklerden, fürüvvet ehli olamayacak kimse ve topluluklardan, fürüvvet ehlini fütüvvet-ten çıkartacak davranışlardan; hırfet ehli (esnaf), onların pirleri ve uymaları gerekli davranışlardan vs. bahsedilir.
Fütüvvemâmelere göre Ahiliğe kabul edilmeyen zümreler şunlardır:[127]
Kâfirler, münafıklar, müneccimler/büyücü medyumlar, içki içenler, zina ve livata yapanlar, röntgenciler, yalan yanlış şeylerle müşteriyi aldatan dellallar (reklâmcılar), yalan konuşan, eksik tartan sahtekâr sanatkârlar), merhametsiz kasaplar, yürekleri taşlaşmış cerrahlar, avcılar, bozguncular ve karaborsacı vurguncular.”[128]
Fütüvvetnâmelerde şu hususların yiğidi yiğitlikten, şeyhi şeyhlikten, Ahiyi Ahilikten, çıkaracağı yazılıdır: “Şarap içmek, zina yapmak, livata yapmak, dedikodu yapmak, gammazlık ve iftira etmek, kovuculuk edip gıybet yapmak, münafıklık etmek, kibirli olmak, merhametsiz olmak, haset etmek, affetmeyip kin tutmak, yalan söylemek, hainlik etmek, nâmahreme bakmak, ayıp aramak, cimri olmak, bühtan etmek, hırsızlık etmek, haram yemek”[129]
Fürüvvetin özü, iyi huylu olmaktır. Nefisle mücadele etmek, Tanrı buyruklarını tutmak, adetâ kendini halka vakfedip herkese iyilikte bulunmak, bilhassa cömert ve konuksever olmak, din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün insanlara sevgi beslemek, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak ve herkesi bir görüp kendisini herkesten aşağı tutmak,[130]fütüvvetnâmelere göre fetâ ehlinde (Ahilerde) bulunması gereken ortak niteliklerdendir.
Fütüvvetnâmelerin hemen hepsinde mevcut olan bir özellik de Ahiliğin hiyerarşik yapısı ve törensel boyutuyla ilgilidir. Bu törenler arasında “şed bağlama” en çok üzerinde durulan ve ayrıntısıyla işlenen bir konu olarak dikkat çeker. Sancaktar, çavuş, na-kip, halife tayinleri; sofra çekme âdâb ve usulleri, şerbet sunulması, cârub çekme (süpürme), helva pişirilmesi ve taksimi gibi törenler de fütüvvetnâmelerde yer alan konular arasındadır.
Ahilerin neler giyip giyemeyeceği, giyeceği şeylerin şekli, rengi ve cinsi gibi birçok kuralı içeren fütüvvetnâmelerde, Ahide bulunması ve bulunmaması gereken hususlar bazen formüle edilerek verilmektedir. Meselâ Anadolu’da yazılan ilk fütüvvetnâme olduğu sanılan Farsça Nâsırî Fütüvvetnâmesi’nde “fütüvvet ehlinin kisvesi” başlığı altında elbisenin temiz, “bir renkli kumaştan” olması gerektiği hatırlatıldıktan sonra temizliğin timsali olduğu için “beyaz” tavsiye edilirken “siyah” ve “yeşil” renklerin de Ahi kisvesi için caiz olduğu, ancak “sarı” ve “kırmızı”nın Firavun’un elbisesinin rengi olduğu için Ahinin sarı ve kırmızı giymesinin yakışmayacağı; elbisenin kollarının ve eteklerinin kısa olması gerektiği ve ipek kumaş giyilmemesi gerektiği bildirilir.[131]
Hemen hemen bütün fütüvvetnâmelerde yer alan “Ahinin açık ve kapalı olması gereken” şeyleri şunlardır:[132]
Açık olanlar:
- Ahinin eli açık (cömert) olmalı
- Kapısı açık olmalı (konuk sever) olmalı
- Sofrası açık olmalı (ikramdan kaçınmamalı)
Kapalı olanlar:
- Ahinin gözü kapalı olmalı (kimseye kötü gözle bakmamak, kimsenin ayıbını araştırmamak)
- Beli kapalı olmalı (kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve şerefine tasallut etmemeli)
- Dili kapalı olmalı (kimseye kötü söz söylememelidir)
Radavî Fütüvvetnâmesi’ne göre ise “miyân-bestede” 14 şeyi açık, 12′si kapalı olmalıdır. Açık olanlar: Sofrası, kapısı, eli, kulağı, dili, gözü, alnı, ayağı, keremi, gönlü, lütfü, sehâveti, ahlâkı, tevekkülü. Kapak (bağlı) olması gerekenler: gözü (nâmahremden), kulağı (yaramaz haberden), dili (şirkten), eli (komadığını almaktan), gönlü (Hak’tan başkasına), hırsı, nefsi, boynu (Davete icabet ede), gazabı, beli, ayağı (yaramaz yerlere gitmekten), sıdkı.[133] Bu konuda Radavî Fütüvvetnâmesi’yle aynı bilgileri aktaran Şeyh Safi Buyruğu’nda açık ve kapalı olması gereken açıklamalı olarak şöyle aktarılır:[134]
“1. Gözi bağlu gerek; kendü aybından gayrı kimsenün aybın görmeye. Settâr sıfat ola, göziyle gördügini eteğiyle örte.
2. Kulağı bağlu gerek; yaramaz haberleri ve gıybet sözi işidüp dinlemeye.
3. Dili bağlu gerek; üstadı yanında dil olmaya (konuşmaya).
4. Eli bağlu gerek; kimseneye el olmaya ve bir nesneyi komaduğı yerden dest-i dırâzlık idüp götürmeye (hırsızlık yapmaya).
5. Gönli bağlu gerek; Hak’dan gayrıya meyl-i muhabbet itmeye.
6. Hırsı bağlu gerek; tama’ gâlib olmaya.
7. Nefsi bağlu gerek; nefsine zebûn olmaya, şehvin elinde bîçâre, zelîl olmaya.
8. Boynı bağlu gerek; davet olunan yere muhalefet itmeye.
9. Gazabı bağlu gerek; kimesne ile da’vâ’ ve niza’ itmeye.
10. Beli bağlu gerek; gayret kuşağıyla Hak’dan gayrı kimseneye ihtiyâç yüzin göstermeye.
11. Ayağı bağlu gerek; yaramaz yerlere varmaya.
12. Sıdkı bağlu gerek; yapuşduğı yerde muhkem dura, i’tikâdı muhkem ola.”
Miyân-bestenin açık olması gereken on dört nesnesi şöyledir:
“1. Sofrası açık gerek.[135]
2. Kopuşu açık gerek; gelen mihmâna izzet, hürmet ve hizmet eyleye.[136]
3. Gönli açık gerek; Dâim güler yüzlü ola, kimseneye ekşi surat göstermeye.
4. Dili açık gerek; dâim zikr ü teşbih eyleye ve hem tatlu söyleye, halkı diliyle toylaya. Şîrîn sözleri ola, kimsenün gönlin ağrıtmaya.
5. Hulkı açık gerek. Cüz’î nesne içün kakıyup tarılmaya. Suyın gazab odı üzerine döke. Sabr eyleye.
6. Lutfı açık gerek. Katına gelen âdemün her ne haceti varsa kadir olduğı kadar bitüre.
7. Keremi açık gerek. Kerem ıssı, mürüvvet sahibi ola. Kimsenün sözin redd itmeye.
8. Sehâveti açık gerek. Bu tarîk içinde olan kimesne eli açık, cömerd ve sehî ola kadir olduğı denlü; mukassir olmaya.
9. Eli açık gerek.
10. Gözi açık gerek. Her neye bakarsa ibret nazarıyla baka. Hakk’un hikmetini ve kudretini müşahede eyleye.
11. Kulağı açık gerek. Her şada kim işidür, cânib-i Hak’dan anı nida bile ve her sözden bir hisse ala.[137]
12. Alnı açık gerek. Ya’ni toğrı ola. Yol içinde müstakim ola. Şerî’ate ve tarîkate muhalif bir iş itmeye kim halk içinde anun içün hicâb düşmeye ve utanmaya.
13. Kademi açık gerek. Da’vet idilen yerden muhalefet itmeyüp vara. Ol da’vete icabet göre. Hazret-i Resûli bir koyun paçasına da’vet itseler varurdı.
14. Ibkısı (?) açık gerek. Evliyaya tâlib olan kişi i’tikâdın muhkem itmek gerek, sıdk ile evliyânun eteğin tutmak gerekdür.”
Fetâ ehlinin açık ve kapak bulundurması gereken bu organ ve hassalarından başka, fütüvvetnâmelerde uyulması gereken çeşitli dinî ve ahlâkî kurallardan bahsedilir. Dinî olanları İslâmın ve imânın şartlarıdır. Ahlâkî ve sosyal olanlar ise şunlardır:[138]
- Ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunup, yakın akrabayı ihmal etmemek
- Arkadaşlarına ve komşularına iyi davranmak,
- Sabah ve akşam zikirlerine müdavim olmak,
- Riyayı terk etmek,
- Büyüklere karşı hürmetli olmak,
- Suçları affetmek,
- Kendisinden aşağıda bulunanlara şefkatli davranmak,
- Sözünde ve içinde adalet üzere olmak,
- Yumuşak sözlü olup ehl-i Hak’la oturup kalkmak,
- Hüsn-i zanda bulunmak,
- İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak,
- İşinde ve hayatında doğru, güvenilir olmak,
- Sözünde ve sevgisinde vefalı olmak,
- Sözünü bilmek,
- Hizmette ve vermede ayırım yapmamak,
- Yaptığı iyilikten karşılık beklememek,
- Güler yüzlü ve tatlı dilli olmak,
- Hataları yüze vurmamak,
- Dostluğa önem vermek,
- Kötülük edenlere iyilikte bulunmak,
- Hiç kimseyi azarlamamak, dedikoduyu terk etmek,
- Komşularına iyilik etmek,
- Daima samimi davranmak,
- Başkasının malına hıyanet etmemek,
- Sabır ehli olmak,
- Cömert, ikram ve kerem sahibi olmak,
- Daima hakkı gözetmek,
- Öfkesine hakim olmak,
- Suçluya yumuşak davranmak,
- Sır saklamak, gelmeyene gitmek,
- Dost ve akrabayı ziyaret etmek,
- İçi, dışı, özü, sözü bir olmak,
- Kötü söz ve hareketlerden sakınmak,
- Maiyetindekileri korumak ve gözetmek,
- Makam ve mevki sahibi iken mütevazı olmak, güçlü ve kuvvetli olunca affetmek
- İkramda ve iyilikte bulununca başa kakmamak.
Fütüvvetnâmelerin bazılarında sayılar değişik olmakla beraber talibin öğrenmesi gereken âdâb ve erkân da sayılır. Meselâ çıraklık süresince en az 124 âdâb ve erkan kaidesi öğretilirken, ustalık, pirlik ve üstatlıkta 740 âdâb ve erkânın bilinmesi gerekirdi.
Çıraklık döneminin 124 edep kuralı ve sayıları şöyledir: Yemek yemenin 12, su içmenin 3, söz söylemenin 4, elbise giymenin 5, evden çıkmanın 4, yol yürümenin 8, mahallede yürümenin 4, pazarda yürümenin 5, eşya satın almanın 3, eve eşya getirmenin 3, eve girmenin 5, oturmanın 3, misafirliğe gitmenin 3, beyler katma varmanın 5, teferrüce varmanın 3, âdem okumanın 3, hamama gitmenin 6, tuvalete gitmenin 10, hasta ziyaretine gitmenin 5, gazaya varmanın 6, türbe ziyaretine gitmenin 4, yatmanın 4, yataktan kalkmanın 3, bardağa su koymanın 2, ayakkabı çevirmenin 2, mescide girmenin 3, mescidde oturmak 3, mescidden çıkmanın ise 3 edep kuralı vardı.
Hirfet Ehli Kimlerdir?: Fütüvvetnâmelerde sayılan hirfet ehli, bugünkü dille esnaf toplulukları şunlardır:[139] Âbidler (ehl-i fukara), alemdarlar (bayraktarlar / sancakdarlar), aşçılar, artarlar, ayakkabıcılar (başmakçılar), bağbânlar, bakkallar (yemiş satanlar), balıkçılar, bardakçılar, bıçakçılar, kılıççılar, boyacılar, cerrahlar, çadırcılar, çanakçılar, çiftçiler, çobanlar, debbağlar, dellaklar, natırlar, külhanlar, demirciler, dokumacılar, dülgerler, neccarlar (doğramacılar, marangozlar), ekmekçiler, gaziler, gemiciler, hafızlar, hallaçlar, hamallar (güreşçiler), helvacılar, hurdacılar, iğneciler, kalaycılar, kasaplar, katırcılar, kâtipler, kazancılar, kazzâzlar (ipek işleyen ve satanlar), keçeciler (külâhçılar, takkeciler), kirişçiler, kullâbcılar (çengel, kanca, eğirme, çıkrık yapanlar), kuyumcular, kürkçüler, kasarlar (yıkayıcılar), mehterân, mücellidler (ciltçiler), müezzinler, nalbantlar, palanduzlar (semerciler), peykler (ulaklar), sabuncular, sahhâflar, sakalar, sarrâclar, seyisler, şâürlar, şairler, tabîbler, terziler (hayyâtlar), tıraş ehli (berberler, sünnetçiler), ticaret ehli (tacirler, bezirganlar), tüfenkçiler (yay, ok, tüfek atanlar, yapanlar) ve yapıcılar (bina yapım ustaları).[140]
II.6.2. Ahi Şecerenâmeleri ve İcazetnameleri
Ahi şecerenâmeleri: Fütüvvetnâmeler gibi Ahi şecerenâmeleri de Ahilik kültürüyle ilgili bilgilerimize önemli katkılar sağlayan kaynak eserler konumundadır. Hatta özellikle Türk Ahiliği söz konusu olunca Ahi şecerenâmelerinin fütüvvetnâmelerden dahi önemli eserler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ahi şecerenâmeleri[141] çoğunlukla “tomar” dediğimiz, rulo şeklinde durulmuş, birkaç metreden 7-8 metreye kadar hatta 10 metreden uzunlarına dahi rastlanan muhtelif uzunluk ve genişliklerde belgelerdir. Kaim âbâdî kâğıtlara, sırü bezle takviye edilmiş kâğıtlara veya ceylan vs. hayvan derilerine yazılabilmektedir. Bazı tomarların kapaklı silindirik mahfazaları da vardır. Bununla birlikte, daha ender olmakla birlikte tomar hâlinde olmayan birkaç varaklık müstakil kitaplar şeklinde hazırlanmış şecereler de mevcuttur.[142]
Ahi şecerenâmelerinde, gerek Ahilik ilkeleri, törenleri ve gerekse doğrudan Ahi Evran’la ilgili bilgiler de verilmektedir. Bu eserlerde, besmeleden sonra Hz. Âdem’den başlanarak soy ağacı Ahi Evran’a getirilir. Daha sonra Ahi Evran’la ilgili menkıbelere yer verilir. Tabiî anlatılanlar menkıbe veya rivayet olarak değil, tarihî gerçek gibi anlatılır ki, bunlar doğru olması imkânsız tespitlerdir. Ahi şecerelerinde Ahi Evran Hz. Muhammed döneminde yaşamış, onunla kan bağı olan (amcası Hz. Abbas’ın oğlu) biri olarak takdim edilmekte, bilahare hakkında anlatılan menkıbevî – efsanevî hikâyeler de bu minval üzere işlenmektedir.[143] (Bu konuda Ahi Evran’la ilgili menkıbelerin anlatıldığı kısma bkz.). Daha sonra silsilenin Ahi Evran’dan sonraki devamı asıl şecere sahibi olan Ahiye kadar getirilir.
Nazmi Tombuş, iki tür şecerenâme olduğunu söylemektedir:[144]
- Tarikat büyüklerinden herhangi birinin baba, dede, büyük dedelerinin adlarını bildiren “soy kütüğü”
- Tarikat usul ve âdabını ve pirlerinin isimlerini kaydeden “yol kütüğü”
Nitekim Tombuş’un bu tespitleri kimi şecerenâmelerde lafzen de ifade edilmektedir. Kırşehir Müzesi’nde bulunan 7 numaralı şecerenâmede “züriyyet silsilesi” ve “fütüvvet silsilesi” olmak üzere iki türlü silsile olduğu ifade edilmektedir:[145]
“Şöyle bileler ki iki silsiledir. Biri zürriyet silsilesi ve biri fütüvvet silsilesidir. Fütüvvet silsilesi evlâdır ve makbuldür züriyyet silsilesinden. “Şu ana kadar tespit edilip yayımlanan şecerenâmeler de bu bilgiyi teyit eder niteliktedir. İçinde herhangi bir soy kütüğü olmadığı hâlde “şecere” olduğuna dair not bulunan şecerenâmelerin kimi araştırmacıları yanıltması veya şaşırtması[146] bu yüzdendir.
Ahi şecerenâmeleri, Ahilik kültürüne, özellikle de Türk Ahiliğine fütüvvetnâmelerden daha yakın eserlerdir. Şöyle ki; yukarıda da değinildiği gibi fütüvvetnâmeler “Ahi zümresini de içine alan” ama sadece Ahilere özgü kaynaklar değildir ve bir çoğunda “Ahi”, “Ahilik” kelimeleri yerine “fütüvvet” ve “ehl-i fetâ” tercih edilir. Şu anki bilgilerimize göre Ahi Evran adının zikredildiği bir fütüvvetnâme de bulunmamaktadır. Hâlbuki şecerenâmeler doğrudan doğruya Ahi Evran bağlısı Ahi zümreleri ve onların yolunu, erkânını anlatan kaynaklardır. Bu bakımdan fütüvvetnâmeler üzerine yapılan çalışmalarla karşılaştırıldığında Ahi şecerenâmelerinin, Türk kültür ve din tarihinin ihmâl edilmiş önemli kaynakları arasında olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak birçok şecerenâme şahısların elinde olduğu için ulaşılıp ortaya çıkarılması ancak bu eserlerin sahiplerinin istek veya onayıyla mümkündür.
Ahiliğin en önemli kaynaklarından Fütüvvetnâmelerle Ahi şecerenâmelerin farklarını şöyle sıralayabiliriz.[147]
- Fütüvvetnâmeler müstakil birer kitap olup bir kısmı anonim olsa da birçoğu müellifi belli eserlerdir. Şecerenâmelerde ise müellif söz konusu değildir. Şecerenâme kimin adına düzenlendiyse onu adı ile anılır.
- Fütüvvetnâmeler, şecerenâmelere göre daha teferruatlı ve hacimli eserlerdir.
- Fütüvvetnâmeler bütün esnaf taifesi, hatta daha geniş olarak Fütüvvet ehli herkes (esnaf olmadığı hâlde ehl-i fetâdan kimseler olduğu bilinmektedir) için yazılmış eserler iken Ahi şecerenâmeleri -bizim görebildiğimiz kadarıyla- hususen debbâğ esnafı adına düzenlenmiş metinlerdir.
- Fütüvvetnâmelerde fetâ ehlinin uyması ve uymaması gereken genel kaideler, intisap – icazet törenleri, şed bağlama törenleri gibi bir takım ritüeller, cârûb çekme, şerbet içme, helva pişirme, sofra çekme gibi âdetler ve erkân anlatılırken debbâğ esnafı için düzenlenen şecerenâmelerde debbâğlıkla ilgili iktisadî ve ahlâkî prensipler ve bunlara uymayanlara uygulanacak müeyyidelere yer verilir.
- Fütüvvetnâmelerde fütüvvet Hz. Âdem’den başlatılarak Hz. İbrahim, Hz. Nuh ve Hz. Muhammed’e dayandırılırken şecerenâmeler adına şecere düzenlenen kişiye kadar getirilir. Bu arada Ahi Evran mutlaka zikredilir.
- Fütüvvetnâmelerde adı anılmayan Ahi Evran, birçok menkıbesiyle birlikte şecerenâmelerin tam merkezinde yer alır.
Bu eserlerin ortak veya benzer tarafları da şöyle sıralanabilir:
- Fütüvvetnâmelerde de şecerenâmelerde de -özellikle “yol kütüğü” tarzındaki şecerelerde- âdâb ve erkân ile alâkalı hususlar yer alır.
- Her ikisinde de 32 esnaf pirinin adları zikredilir.
- Bazı şecerenâmelerde “Hazâ Kitâb-ı Fütüvve”, “Kitâb-ı Fütüvve” veya “Fütüvve” başlıkları altında “anonim fütüvvetnâme” denilebilecek bölümler bulunmaktadır.
Ahi şecereleri aynı zamanda bir “sözleşme senedi” mahiyeti taşır. Şecere sayılıp tamamlandıktan sonra “Bunların hepsi Haz. Muhammed a.s.’ın sünnetini icra edip tâ kıyamete kadar 32 esnafın yolunu ve erkânını yerli yerine koyup gitmişlerdir. Her kim bu sened-i şerifi icra eder ise dünyâda ve âhirette merâm-ı maksûduna nail ola. Amin” veya benzeri bir dua yer alır. Şecerenâmelere göre Hz. Muhammed, Ahi Evran’ın belini ashabının huzurunda bağlamış, Ahi Evran da onun elini öpmüştür.
Bazı şecerenâmelerde ise bu tutarsızlığı izale etmek maksadıyla olacak, iki Ahi Evran’ın varlığından söz edilmektedir. Meselâ Sadi Bayram’ın tanıttığı şecerenâmede birincisi Hz. Muhammed’in amcasının oğlu “Abbâs-ı Ekber”, ikincisi kronolojik yerine uygun düşen Ahi Evran Şeyh Mahmud Nasrü’d-dîn olmak üzere “İki Ahi Evran vardır.” şeklinde vurgulanmak suretiyle bu durum zikredilmektedir.[148]
Her peygamberin bir sanatı olduğu için insanların da sanat ve meslek sahibi olması gerektiği düşüncesi vurgulanır. Ahi şecerenâmelerinde Ahi Evran’ı, Ahiliği ve hassaten Ahi Evran’ın mesleği olan “debbağlığı” öven bazı şiirlere de tesadüf edilir. Bir örnek olmak üzere “Şuglî” mahlaslı bir şair tarafından yazıldığı anlaşılan şiiri aktaralım:[149]
Medh-i Debbâğân
Bârekallah tekkemiz buldu nizâm-ı izzeti
Var ola her bir gelen durdukça dünya künbeti
Pîşvâmız Hazret-i Âdem Safiyyullah bizim
Lâ-cerem ol işledi bu pır pâki san’atı
Nice gâib erleri ‘âlemde gülbângin çeker
Pirimiz ol âl-i Sultan İbn-i Abbâs Hazreti
Hem dahi Mansûr’ı âbid der-miyane bestemiz
Ana çıkar silsilemiz anlarız bu ‘âdeti
Pîr-i erkân-ı tarîki hasra dek yâd eyleriz
Ni’metullah Ahi Evran Tanrı’nın bir ni’meti
Şugliyâ ihlas ile hizmet iden bu tekkeye
Halikın hâlis kulu peygamberin hâs ümmeti
Şiiri bugünkü Türkçeyle şöyle sadeleştirebiliriz:
“(Debbağlara Övgü) Allah’a şükür, tekkemiz yüce bir düzen buldu; dünya var oldukça bu da devam etsin. Bu temiz sanatı (debbağlık) ilk işleyen şüphesiz ki Hz. Âdem’dir ve o bizim önderimizdir. Nice gayb erenleri âlemde gülbankler çeker; pirimiz Hz. Muhammed ailesinden olan Hz. Abbas’ın oğludur. (O) hem Allah’a kulluk eden, beli bağlı (şed kuşanmış) pîrimizdir; Bizim silsilemiz ona çıkar, bu (şecere) âdeti(ni) anlayınız. Bu yolun pîrini kıyamet gününe kadar anarız; Ni’metullah Ahi Evran bize Tanrı’nın bir nimetidir. Ey Şuglî, bu tekkeye ihlasla hizmet eden Allah’ın halis kulu ve peygamberin has ümmetidir.”
Şecerenâmelere göre Fütüvvet ehli, Allah nezdinde bir tür masuniyet sahibi, ayrıcalıklı kimselerdir:[150]
“Fütüvvet a’lâ ve şerîf nesnedir ki Allah san’atıdır. Beş fütüvvet san’atın kimse bilmez ve san’atlanmaz illâ ol kişi ki Allah te’âlâ cümle günâhlardan tâhir kılmış ola.”
Ahi şecerenâmelerinde fütüvvet erbabı içinde Ahi Evran’ın mesleği olan debbağlık âdeta kutsanır bir pozisyondadır. Kırşehir Müzesi’ndeki Ahi Sinan Şecerenâmesi’nde debbağlık mesleği “nice peygamberin mesleği” olarak gösterilir:[151]
“Kanı ol bî-din gözi körler ve kanı ol kulağı sağır imansızlar. Muhammed’in mu’cizâtın ve Alî kerametin ve Sultân Ahi Evran Şeyh Mahmûd hazretlerinin debbağlık san’atın inkâr idüp ve Ahi Evran Şeyh Mahmûd’un kuçeklerine dil uzadup ‘debbâğlar ahmaklar dahi murdarlardır’ dirler ve murdar işlerler diyü ta’n idenler hâşâ ve kellâ ki kendüleri murdardırlar ve ahmaklardır. Yohsa debbâğhâne ocağından nice peygamberân ve nice mürselân ve evliya ve nice aktâb gelüp geçmişlerdir.”
Aynı şecerenâme, debbağlık sanatını işleyenlerin adetâ bir “masuniyet” zırhıyla korunduğu görülmektedir. Şecerenâmeye göre “debbâğlara dil uzatmak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve fıkıh âlimlerinin bunun kitaplarını reddetmek anlamına gelir ve o kişinin katli vaciptir. Eğer katledilmezse iman ve nikâhının tazeletilmesi gerekir:[152]
“… Bir kimesne debbâğlara dil uzadup debbâğlara murdar dir ise ve dahi murdar işlerler, işleri dahi murdardır dişe Kur’ân-ı ‘azîmü’ş-şân’ı inkâr itmiş olur. Ve cemi’an e’immme-i fukahâ kitâbların dahi inkâr itmiş olur ve katl(i) vâcibdir. Eğer kati itmezler ise tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh itdireler.”
Ahi şecerenâmelerinde debbâğ esnafının iktisadî faaliyetleriyle ilgili enteresan kayıtlar vardır. Bunlardan biri şudur:[153]
‘Şöyle ma’lûm ola ki, şâir diyardan gelen üstâdlar keçi, koyun ve oğlak derilerini cem’ idüp fukaraya zulm idüp ziyâde bahâ ile alurlar imiş.’
Günümüz Türkçesiyle söylersek; ‘Bilinsin ki, başka beldelerden gelen ustalar keçi, koyun ve oğlak derilerini toplayıp fakirlere zulmederek çok yüksek fiyata alırlarmış.’
Metnin devamında bunun uygun olmadığı ifade edilmektedir. İlk bakışta esnafın derisinin yüksek fiyata alınmasının neden fukaraya zulüm olacağına bir anlam verilemiyor. Fakat bir yerdeki mamul veya hammadde değerinin çok üstünde bir fiyatla alındığında bunun ilgili meslek dallarında huzursuzluk yaratacağı açıktır. Şöyle ki; belli bir sermaye gücü olan şehrin yerli esnafının, dışarıdan gelen ve derileri yüksek fiyatla toplayan tüccar ile rekabet etme şansı ve imkânı yoktur. Dolayısıyla makul fiyata hammadde bulamayan şehir esnafı işleyecek hammadde sıkıntısı çekince işi yavaşlatmak ve nihayet üretimi durdurmak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla debbâğ esnafı arasında bunun yasaklandığı Ahi şecerenâmelerinde açıkça yazılıdır.”
Bu bilgi son derece önemlidir. Bu kayıtlar bize Ahi ocaklarındaki iktisadî işleyişte zayıfın güçlüye ezdirilmediği, yoksul esnafın hakkının korunduğunu; daha geniş perspektiften yaklaştığımızda ise kapitalizm çarkının dönmesine izin verilmediğini göstermektedir.
Ahi şecerenâmeleri sayesinde Ahilerin kendi aralarındaki münasebetleri ve muhtemel ihtilâf konularında nasıl davranmaları gerektiği konusunda da bilgi sahibi olmaktayız. Ahi Sinan Şecerenâmesi’nde esnaf arasında bir mesele ortaya çıkacak olursa bunun Ahi ocağı içinde çözülmesi gerektiği, ancak ocaktaki diğer yetkililer ve Ahibaba meseleyi halledemezse kadıya gidilebileceğini olur olmaz işler yüzünden mahkemeye, ağa ve bey kapılarına gidilmemesi önerilmektedir:[154]
“İmdi ma’lûm ola ki bir gayet müşkil mes’ele zuhur eyledikde ol müşkil mes’ele ocakda olan Ahibaba kethüda ve yiğitbaşı yâ fekke yâ tekye-nişin olan ‘azizler hall itmeğe kadir olmazlar ise kadı efendiye varup müşkillerini hall eyleye. Fe emmâ şöyle ma’lûm ola ki olur olmaz şeyden ötüri mahkemeye ve beglere ve ağa kapusına varacak olur ise.,.”
Bu kaideye uymayanın katlinin vacip olduğu gibi ağır bir hüküm verilmekte; ancak bu hükmün ağırlığına istinaden de “Eğer kati itmezler ise yaka kesüp börkin alup ocakdan merdûd ideler.” denilerek daha hafif bir ceza olarak “yakasını kesmek, börkünü almak ve ocaktan kovmak” öngörülmektedir.
Osmanlı döneminde esnana ilgili konularda verilen fetvalar üzerine bir araştırma yapan Tahsin Özcan’ın tespitleri, şecerelerde ortaya konan bu durumun gerçek hayatla da aynen örtüştüğünü göstermektedir:[155]
“Esnaf teşkilâtlarının en önemli fonksiyonlarından biri esnaf mensupları arasındaki ihtilâfların hallidir. Bu nedenle doğrudan esnafın iç işleyişi ve aralarındaki ihtilâflarla ilgili davalara pek rastlanmaz (…) Esnafın bu yolu pek kullanmak ve kullandırmak istemediği, buna teşebbüs edenlerin engellenmeye çalışıldığı görülmektedir.”
Ahi ocağına mensup esnafın problemlerini kendi aralarında halletmelerine bir müdahale olmamışsa da, Ocak disiplini ve hiyerarşisinin dinî hükümlerin üstünde bir hukuk olarak görülmesi kabul edilmemiş, “Biz meselemizi kendi aramızda hallederiz. Bize şer’ karışmaz.” diyerek kanunu küçümsemeye çalışanların ise iman ve nikâh tazelemelerine dair fetvalar verilmiştir.[156]
Kimi şecerenârnelerde -çoğunlukla şecerenin sonunda olmak üzere- fütüvvetnâmelerden naklen fütüvvet erkânı, yani Ahiliğin törensel işleyişi hakkında da bilgi verilmektedir. Yine bazı fütüvvetnâmelerde de gördüğümüz “esnaf taifesi (ehl-i hirfet) ve pirleri” de liste hâlinde takdim edilir.
Ahi icazetnameleri: Ahilik kaynaklarından bir tür de Ahi icazetnameleridir. Anlaşıldığına göre zaviye açma yetkisi verilen Ahiler bunu şahitler huzurunda aldıkları bu icazetnamelerle belgeliyorlardı. Arapça ve Farsça karışık bir şekilde yazılmış oldukça eski (14 Şaban 775 / Ocak 1363) bir Ahi icazetnamesinde[157] birer cümlelik hamdele ve salveleden sonra bazı âyetler, fürüvvetle ilgili muhtelif hadisler ile Hz. Ali’nin, Bâyezid-i Bistâmî’nin fütüvvete dair sözlerinden başka Ahilikle ilgili şu kayıtlar mevcuttur:[158]
“Fütüvvetin ilk şartı edeptir. Edepli insanlar için Allah’ın kapısı açıktır. (…) Böylece ibadette taamda, kelâmda, yürümede, oturup kalkmada, esnafların kuşak kuşanıp çözmelerinde hep bu hareketlerle ziynetlenmelidir. Zahir ve bâtınlarını güzel ahlâkla ve makbul amellerle doldurmaklardır…”
Fütüvvetnâmelerde bulunan Ahinin kapalı ve açık bulundurması gereken üç şeyi bu icazetnamede de vardır. Burada açık olması gerekenler “kapısı, alnı ve kılıcı”, kapalılar ise “eli, dili, beli” olarak sıralanır.
İcazetnamenin sonlarında icazet verilen kişi olduğu anlaşılan Ahi Tursan b. Halîl hakkında şu ifadelere yer verilir: “İşte Ahi Tursan b. Halîl, bütün bu güzel huylara sahip, herkesin gönlünde taht kurmuş ve fütüvvet dairesini tamamlamış bir kişidir. O fütüvvet sahibi, cömert bir insandır. Akranlarının önde gelenlerinden, hizmet ehli ve Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı bir şahıstır. Ondan evvel Ahi Naki de dergâh açmak, kandil asmak, mürid kabul etmek, yoldan gelen geçenlere hizmet üzere görevlendirilmişti.”
Daha sonra Ahi Naki’ye bu görevi veren Ahi Şerefeddin’in ve silsile yoluyla bütün icazet alan ve veren Ahilerin adları sayılmakta ve bu silsile Ahi Evran’a kadar getirilmektedir: “Seyyid Emirci de bu görevi, fütüvvet ehlinin sultam, mürüvvet ehlinin mefharı, cömertlerin baş tacı Ahi Nâsırüddîn Ahi Evran-ı Debbâğ’dan almıştır. Ahi Evran-ı Debbâğ’a Ahi Seyyid Ahmed, ona da bu görevi Ahi Seyyid Kayser vermiştir. ” Silsile Abbasi halifelerine, onlardan Hz. Ali, Hz. Hamza ve nihayet Hz. Muhammed’e kadar ulaştırılır.[159]
İcazetnamenin en sonunda metni hazırlayan ve yazanın adlarından başka 17 şahidin isimlerine yer verilmektedir. İcazetname’yi tercüme eden Mehmet Akkuş, şahitlerden ikisinin kadın olmasına (Seyyid Halil kızı Aişe, Aişe b. Murad) dikkat çekmektedir.[160]
Çok daha yakın dönemde yazılan başka bir icazetname, daha ziyade bir “yetki belgesi” görünümündedir. Söz konusu icazetname, Besni kazasında esnafın usul ve erkânı bir süredir bozduklarının tespit edilmesi üzerine, adı geçen kasaba esnafına nezaret etmek üzere Kâdirî Tarikatı halifelerinden Halil Baba adındaki bir zatın “Ahibaba vekili” tayin edilip eline Ahi şeceresinin teslim edildiğini bildiren 25 Nisan 1906 (25 Nisan 1322; 15 R. Evvel 1324) tarihli bir belgedir.[161]
İcazetnameyi veren Kırşehir’de medfun Ahi Evran evlatlarından Şeyh Süleyman Zeki Efendizâde eş-Şeyh Raşid Davud’dur. Üç adet mühür vurulan icazetname, içinde şecere metni de bulunan yedi metrelik bir tomarın son kısmındadır.
Biri Anadolu’da Ahiliğin başlangıç yılları diyebileceğimiz bir dönemde, öteki son dönemde yazılmış bu iki icazet metnini karşılaştırdığımızda sonraki icazetnamenin usûl – erkân bahislerinden ve diğer teferruattan arınmış, sadece icazet sebebi ve gerekli onayların bulunduğu bir “yetki belgesi”nden ibaret olduğu dikkat çekmektedir.
II.6.3. Ahilik Bilgisinin Diğer Temel Kaynakları
Fütüvvetnâmeler ve şecerenâmeler Ahilikle ilgili mevcut bilgilerimize kaynaklık ettikleri gibi aynı zamanda bizzat Ahilerin usul ve erkân kaynaklarıdır. Bunlardan başka muhtelif fermanlar, beratlar, vakfiyeler v.b. arşiv belgeleri, şer’iyye sicilleri ve diğer tarihî evrak arasında da şüphesiz Ahilikle ilgili önemli bilgiler vardır. Nitekim birçok tarihçi ve araştırmacı tarafından arşiv belgelerinden hareketle çalışmalar yapılarak Ahilik, Ahi zaviyeleri, bu zaviyelerin işleyişi ve nerede bulundukları gibi önemli bilgiler gün ışığına çıkarılmıştır. Bu bilgiler, muhtelif sempozyumlarda bildiri olarak sunulmuş, dergilerde makale olarak yayımlanmıştır.
Bu resmî belge ve bilgilerden başka Ahilikle ilgili bilgilerimize kaynaklık eden üç önemli eserden daha söz etmeliyiz. Bunlardan biri İbni Battuta Seyahatnamesi, biri Evliya Çelebi Seyahatnamesi ve biri de Muallim Cevdet tarafından İbni Battuta Seyahatnamesine yazılan “zeyl” (ek) dir.
Bugün Anadolu’daki Ahilik üzerine mevcut bilgilerimizin en önemli kaynaklarından biri de ünlü gezgin İbni Battuta’nın Seyahatnamesi’dir. 1355 yılında kaleme aldığı eserinde İbni Battuta, Ahilik kurumu ve Ahilere çok yer vermiş ve Ahiler hakkında hep övücü cümleler kullanmıştır. Eserinin “Anadolu’ya Seyahat” bölümünün hemen başında Genç Akılara Dair adıyla bir başlık açan İbn Battuta, bu bölümde Anadolu’da tanıdığı Ahilerden bahsetmekte ve onların özellikleri hakkında geniş malumat vermektedir. Ahiler hakkındaki ilk intibaları şöyledir:[162]
“Onlar, Anadolu’da yerleşmiş Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, köy, kasaba, ve şehirlerde bulunmaktadırlar. Şehirlerine gelen yabancıları misafir etme, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini ve konaklayacakları yeri sağlama, onları eşkıyanın ve vurguncuların ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple haydutlara katılanları temizleme gibi konularda bunların eşine dünyada rastlanmaz.”
“Seyahatnameyi okuyanların dikkatini çekecek bir husus da, Ahilerin sadece esnaf teşkilâtı erbabı olmadığıdır. İbn Battuta, Aksaray gezisini anlatırken buranın beyinin Şerif Hüseyin olduğunu söylemekte ve bu kişinin aynı zamanda bir Ahi olduğunu ifade etmektedir (s. 414). Seyyah Konya ziyaretini anlatırken, burada İbn Kalemşâh adlı bir Ahinin misafiri olduklarını söylemekte ve bu kişinin hem bir kadı hem de postnişîn olduğunu belirtmektedir. Yani o devirde Ahilerin sadece esnaf birlikleri içinde yer almadığı, devlet teşkilâtında memur olarak da bulunduğu anlaşılmaktadır”[163]
Evliya Çelebi’ye göre Ahiler, Ahi Evran’a bağlı, güçlü kuvvetli, çok çalışkan ve azimli insanlardır. Genellikle bekâr gençlerdir. Her birisi bir Ahi Evran’dır. “Her birinde Ahi Evrânî pirleri gibi yiğitler vardır ki bunlar insan ejderhalarıdır.” Çelebi’ye göre Cenâb-ı Hak, pirleri Ahi Evran’ın duası sayesinde bu debbağları gayette bereketli kılmıştır. Gayet eli açık, cömert ve birbirlerine karşı son derece bağlı insanlardır. Âdeta kendi hukuk düzenlerini kurmuşlardır. Evliya Çelebi onların bu özelliklerinin suçlulara karşı gösterdikleri davranışlarda belli olduğunu söyler. Çelebi’nin kaydettiğine göre eğer bunların eline eli kanlı bir haydut düşerse bunları asla hâkime teslim etmezler. Bu kişileri kendi yöntemlerince ıslah edip bir iş sahibi olarak topluma kazandırırlar.[164]
Her iki seyahatnamede de Ahilik ve Ahiler üzerine daha birçok bilgi mevcuttur.[165]
Türk bilim dünyasının Türk eğitim tarihi üzerine yaptığı çalışmaları ve bağışladığı kitaplarla tanıdığı Muallim Cevdet (İnançalp), İbni Battuta’nın seyahatnamesine tam adı “Zeylun ‘âlâ Fasli’l-Ahiyyeti’l-Fityâni’t-Türkiyye fî Rıhleti İbn Battûta” olan bir zeyl (ek) hazırlamıştır. Eserin aslı Arapça olduğu için gelenek çerçevesinde zeylini de aslına uygun bir şekilde Arapça yazan Muallim Cevdet’in bu eserinde de Ahilikle ilgili çok önemli bilgiler vardır. Hem Arapça olduğu için bu dili bilmeyenlerin anlamayacakları, hem de 1933 yılında basıldığı için ulaşmanın zor olduğu bu eserden istifade etmek hayli güçtür.[166]
Eser bir “önsöz”le başlamaktadır. “Önsözün bitiminden itibaren ‘Medhal’ başlıklı bir bölüm yer almaktadır. Muallim Cevdet burada fütüvvet kavramının tanımı ve Kur’an’daki kökleri üzerinde durmakta ve kavramın dört ayrı tanımını vermektedir. ‘Fetâ, Fityân, Civan, Civânmerd, Kahraman, Bahâdır, Dilîr, Pehlivan, Şahbaz, Cengâver, Sipahi, Süvârî, Merd, Genç, Delikanlı, Efe, Dadaş, Kabadayı, Gürbüz, Yiğit, Babayiğit, Batur, Yavuz, Koçu, Alp, Levend, Toyca, Toy, Binici, İnici, Akıncı, Şeci, Cündî’ gibi konuyla ilgili Arapça, Farsça ve Türkçe kavramları sıralamakta ve anlamları üzerinde durmaktadır. İbn Battuta’nın ünlü eserinde Anadolu şehirlerine yaptığı yolculukları anlatan bölümünde Türk Ahilerini öven cümlelerini iktibas etmektedir.[167]
Medhal’den sonra Medhal bölümünün alt başlıkları olar gelen ilk dokuz bölüm gelmektedir. Buradan itibaren eserin Türk Ahîliğiyle ilgili asıl bölümleri başlamaktadır.[168] Birinci bölümde İbni Battuta’dan iktibaslardan sonra “İbn Battûta Seyahatnamesinin Dışındaki Kitaplarda Ahi ve Fityân Kelimelerinden bahsedilir. Muallim Cevdet burada “Ahi, fetâ, fityân, fütüvvet” kelimelerini gördüğü kitapları sayar. Daha sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bulduğu taş kitabelerde rastladığı Ahilerle ilgili kayıtlan aktaran yazar, daha sonraki bölümlerde “Hayır Sahiplerinin İsimleri”ni anar. “Eski Resmî Vesikalar ve Ahiler” başlıklı bölümde Konya, Niğde, Beyşehir, Akşehir ve Kayseri’deki Ahi vakıflarını teker teker kaydeder. “Ahî Vakfiye Kitabeleri ve Ahî Zaviyelerinde Eğitim Hakkında / Ahilik Töreni ve Zanaat Teşkilâtı” başlığını taşıyan üçüncü bölüm Türk Ahiliğini için çok değerli bilgileri ihtiva etmektedir. Farklı bölgelerdeki Ahi tören ve âdetlerinden esnaf ve sanatkârın alet ve edavâtına, meslek gruplarından (hırfet ehli) Ahilikle ilgili vakfiyelere kadar çok farklı konularda bilgiler veren Muallim Cevdet, eserinin bundan sonraki kısmında belgelere ve nihayet eserini yazarken yararlandığı kaynaklara yer vermiştir.[169]
“Zeyl’de bir araya gelen Ahilik konulu notlar ve belgeler Ahilik araştırmalarında, araştırmacıların işini büyük ölçüde kolaylaştıracak cesamettedir. Araştırmacıların gözünden kaçabilecek, belki de hiç haberdar olamayacakları birçok bilgi ve belge bu eserde bir araya gelmiştir. Muallim Cevdet, başta tarih ve tasavvuf kaynakları olmak üzere, edebiyat eserleri (Divanlar vs.) ile arşiv belgelerini yılmak bilmeyen bir azimle toplamış ve bunları belli bir plân dahilinde düzenleyerek, bölümlere ayırarak Zeyl’i telif etmiştir.
Bu haliyle Zeyl, bir belgeler ve iktibaslar toplamı görünümündedir. Barındırdığı malzemenin zenginliği sebebiyle Ahilik araştırmalarında kesinlikle gözden uzak tutulamayacak bir bilgi ve belge birikimidir. Oysa bugüne kadar bu eserden Ahilik araştırmalarında yeterince yararlanıldığı söylenemez.”[170]
II.7. AHİLİKTE TÖRENLER
Ahi teşkilâtlarında en önemli tören, hiç şüphesiz şed kuşanma törenidir. Fütüvvetnâmelerde ed kuşanma töreni kadar üzerinde durulmamakla birlikte Ahiliğin başka ritüelleri de anlatılmaktadır.
Ahilikte bütün törenler tekkelerde merasim mahfili” denilen yerlerde yapılırdı. Bu bakımdan buralar son derece önemli mekânlardı. Mahfillerde herkesin oturacağı yer belliydi ve mahfildeki bütün işleyiş ve teşrifattan nakip sorumluydu. Törenlerin açık alanlarda yapılması, fütüvvet ehlinin loncalarda toplanmaya mecbur tutulduğu döneme tekabül eder.
Mahfilde herkesin nereye, nasıl oturacağı bellidir. Mahfilin her türlü işleyişinden sorumlu olan nakip sürekli ayaktadır. Şeyhü’l-meşâyıh (şeyhü’ş-şuyûh, şeyhler şeyhi, Ahibaba) baş sedire oturur. Mecliste bulunan diğerlerinin oturma yerleri ve şekilleri fütüvvetnâmelerde ayrıntılı olarak mevcuttur.[171] Mahfilin sona erdiği şeyhin veya nakibin bir tas su içine tuz dökmesiyle meclistekilere bildirilir.
Türkçe fütüvvetnâmelerde tekkelerin, mahfillerin nitelikleri hakkında bilgi bulunmamaktadır. Ancak Xm. yüzyılda Anadolu’da muhtemelen bir Türk olan Nâsırî’nin kaleme aldığı Farsça fütüvvetnâmede gerek Ahi zaviyeleri, gerekse Ahiliğin törensel boyutlarıyla ilgili başka kaynaklarda bulunmayan önemli bilgilere rastlıyoruz. Bu esere göre “âsitane” denilen Ahi zaviyeleri başka bir yapıya bağlı olmaz ve kapısı bir avluya çıkar. Aydınlık olması için iç mekân duvarlarının beyaz olması gerektiği bu anlamda oldukça önemlidir. Zaviye ağır halılarla yahut güzel kilimlerle döşenmelidir. Ancak kapısında perde bulunmaz; çünkü bu ululuk alâmetidir.[172] Yine bu mekânlar hakkında bilgi veren diğer bir kaynak olan İbni Battuta Seyahatnâmesi’nde de bu zaviyelerin güzel ve büyük halılarla kaplı olduğu vb. bilgiler mevcuttur.
II.7.1. İntisap-İcazet Törenleri
Ahilikte ilk aşama “yiğitlik”; yiğitliğin birinci kademesi ise “çıraklık”tır (ahbâb, rub-pâye). Bu makama kabul töreni çok sadedir. “Nazil” de denilen bu kademedekiler “mahfillere sevgi yüzünden yahut üstadıyla yahut atasıyla gelen kişi”lerdir. Henüz “erkân” a girmemişlerdir.
Yiğitlikte ikinci kademe “kalfalık” tır (nîm-tarîk). Kalfalık töreni oldukça teferruatlıdır. Kalfa olabilmek için üstadın (usta) rızası şarttır. Kalfalık için talibin (kalfa adayının) bir “yol atası”, iki “yol kardeşi” seçmesi gerekir. Kalfalık talebi nakip tarafından mahfildekilere bildirilir. Mahfildekiler “hayırlı olsun” derler. Talip yine nakip eşliğinde yol atası ve yol kardeşlerine önceden aldığı hediyeleri takdim ettikten sonra nakibin elini tutarak şeyhin huzuruna varır. Şeyh “mıkraz (makas) hutbesi”ni okuyarak “tıraş” faslına geçer.[173] Tıraştan sonra nakip, talibi yol atasının yanına getirir. Talip, yol atası önünde iki dizi hâlinde soluna otururlar. Yol atası ona nasihatte bulunur. Bundan sonra üstatla oğul (kalfalık talibi) el ele tutuşurlar ki buna “bey’at” denir.[174] Üstatla talibin elleri üzerine bir mendil örtülür. İki kardeşi talibin eteğine yapışıp üstadı dinlerler. Üstat yine bir takım nasihatler eder, dualar ve Fatiha suresini okur. Talip de “ahd” eder (edilen nasihatlere uygun davranacağına dair söz verme), mecliste bulunanların ellerini öper ve kalfalığı kabul edilmiş olur.
Yiğitliğin üçüncü ve en üst kademesi “müfredîlik”tir. Müfredî olabilmek için “miyân-beste” olmak, yani “şed bağlamak” gerekir.
II.7.2. Şed Kuşanma Töreni
Şed Nedir?: Şed, (aslı şedd) “kuvvetlendirmek”, “sağlamlaştırmak” “sıkı sıkı bağlama” anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Bu anlamından kinayeyle Ahiler arasında merasim esnasında bele dolanan kuşağa ad olarak verilmiştir. Şed, iki-üç santim eninde pamuktan dokunmuş uzunca bir bez parçasıdır. Fütüvvetnâmelerde şed karşılığı olarak “kuşak, dürrea, hırla, önlük” tabirleri de geçer.
Fütüvvet ehli arasındaki inanışa göre şed, bizzat Cebrail vasıtasıyla Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’e getirilip kuşatıldığı için kutsal bir sembol konumundadır.
Bektaşiliğin temel kitaplarından olan İmam Ca’fer Buyruğu diye de anılan Şeyh Safî Buyruğu’nda şed kuşanmanın dayandırıldığı bu temel, ayrıntılı biçimde anlatılmaktadır.
Buna göre Hz. Muhammed bir gün Hz. Ali’nin evinde, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de olduğu hâlde otururken Cebrail a.s. elinde bir “buğday-ı sünbülî şeklinde bir nesne” ile gelir ve nesneyi Hz. Muhammed’in önüne koyar. Hz. Muhammed, elindekinin ne olduğunu sorar. Cebrail: “Yâ Resûlallah bir kemerdir ki Hak teâlâ anı kemâl-i kudretinden yaratmışdır. Ol vakit kim Hz. Âdem (a.s.) cennet içinde seyrân iderdi, bu murassa kemer anun belinde idi. Şeytân ana zafer bulmaz idi.” der ve İblis tarafından kandırılan Hz. Havva’nın ve onun hatırı için Hz. Âdem’in yasak buğdayı yemesi ve cennetten koğuluşlarını anlatır. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennet libaslarından tamamen soyundurularak dünyaya indirildiğini, bu murassa kemerin de Âdem’in belinden düştüğünü ve Hz. İbrahim peygamber olduğunda bu kemerin onun beline bağlandığını bildirdikten sonra “Hâlâ size getürdüm ki Hak teâlâ emriyle senün belün bağlayam.” der. Hz. Muhammed iki rekat namaz kıldıktan sonra Cebrail kemeri Hz. Muhammed’in beline bağlar. Daha sonra Hz. Muhammed Hz. Ali’ye hitaben “Yâ Ali ben de senün belini bağlayam, sen dahi Hasan ve Hüseyn’in bellerini bağla ki imamlardır.” diyerek Hz. Ali’nin belini bağlar. Hz. Ali, Hz. Hasan’ın, o da kardeşi Hüseyin’in belini bağlar. İmam Hüseyin kendi oğlu İmam Zeynelâbidîn’in belini bağlar ve sırasıyla on iki imamın belleri bağlanır.[175]
Hz. Ali, peygambere “başka kimlerin belin bağlayayım?” diye sorunca Hz. Muhammed on yedi “kemerbeste”nin belini bağlamasını buyurur. Resul’ün işaretiyle beli bağlanan on yedi kemerbesteden sırasıyla Selmân-ı Fârisî, Kanber, Cafer-i Tayyar’ın belini Hz. Ali bağlar. Diğerlerinin bellerini ise Selmân-ı Fârisî bağlamıştır.
Aynı bilgi fütüvvetnâmelerde de vardır. Radavî Fütüvvetnâmesi’ne göre de kuşak Hz. Ali’ye Hz. Muhammed tarafından kuşatılmıştır. Radavî’de bu husus, “Cebrâ’îl Hak te’âlâ emriyle cennetden bir taş ve bir ustura ve bir mıkrâz getürdi. Andan Âdem’ün başın tıraş itdi. Mıkrâz ile bıyığın artuğın kesdi. Şimdi ol makamda hacılar tıraş olup kasr iderler. Andan Cebrâ’îl a.s. Allah te’âlâ emriyle cennetden bir kuşak getürdi. Eyitdi: ‘Yâ Adem bu kuşak(a) şedde-i vefa dirler. Bunı senün bilüne kuşaduram, tâ ki ahde vefa kılasın, ol şeytân-ı racîme uymayasın.’ Kuşağ-ile bilin bağladı”[176]
Yine Buyruk’a göre Bel bağlamak yedi benddir ve her bendinde bir fayda vardır.[177]
- bend: Buhlı bağlar, sehâveti açar (cimriliği bağlar, cömertliği açar).
- bend: Hırsı bağlar, zühdü açar.
- bend: Cehli bağlar, ilmi açar.
- bend: Şehveti bağlar, lezzeti açar.
- bend: Tokluğu bağlar, açlığı açar.
- bend: Haramı bağlar, helâli açar.
- bend: Şeytânı bağlar, rahmanı açar.
Şed bağlamak, “vefa” ve “teslimiyet” sembolüdür. Elest meclisinde Allah’a verilen söze sadakat göstermek, girdiği yola kemâl mertebede kendini vermek, sonuçta Allah rızasını kazanmak demektir.
Bir kalfa (nîm-tarîk), fütüvvetin aradığı bütün vasıfları nefsinde taşıyorsa ve üstadının işlediği sanatı kemâliyle öğrendiyse icazet talebinde bulunur. Ahilikte icazet almak, şed kuşanmak yoluyla olur. Bir kalfa, ancak ustası kendisinden razı ise şed kuşanma talebinde bulunabilir. Üstat rızası almak bu işin ilk şartıdır. “Şedsiz kazanç haramdır.”[178]
Şed Kuşanma Nasıl Olur?: Şed, kuşanılmadan önce seccade üzerine bırakılır ki, buna “şed salma” denir. Elifî, Çevgânî, Lâm-elifî, Kavsî, Mihrâbî, Süleymânî ve Yûsufî olmak üzere yedi farklı şed salma şekli vardır.
Şeddin Arapçadaki elif harfine, tabiri caizse, düzgün ve uzun bir çubuğa benzediği söylenir. Bunun Tanrı’nın birliğine işaret ettiği ve insanların da böyle dosdoğru olması ve öbür dünyaya dosdoğru olarak gitmesi konu edilir.
Şed kuşanan kişinin; kin, hile, buğz, haset, büyüklenme ve bunun gibi ahlâk düşüklüklerinden uzak ve ahlâklı bir insan olacağı kabul edilir.
Törenden önce şakirt (talip) kendi el emeği olan hediyeleri mahfilde (toplantı yeri, meclis) bulunan şeyh ve üstatlara sunar ve mesleğiyle ilgili âlet ve edevatı hazırlar. Bu âletlere “emanet” denir. Mahfilde sohbetten sonra nakip ayakta durarak durum hakkında kısa bir bilgi verir ve şeyhin seccadesini serer. Şeyh seccadeden üç adım geride olmak üzere seccadeye gelir (ilk adımını Allah, ikinciyi Cebrail, üçüncü adımını Hz. Muhammed adına atmaktadır) ve iki rekât namaz kılar. Dua edip yerine oturur.
Nakip, talibe kuşatılacak şeddi ve emanetleri bir ağaç tabağa veya siniye, mahfildekilere sunulacak hediyeleri başka bir siniye koyarak her birini bir “başarış ehli”ne (beşâriş: fütüvvet ehlini terbiye eden kimse) verir. İcazet “tercüman”ını okur (kimisi Türkçe, kimisi Arapça, bazıları manzum olan tercümanlar, talip ağzından okunan belirli sözlere denmektedir). Bunu takiben kapı, meydan ve tuhfe tercümanlarım okuyarak hazırlanan hediyeleri şeyhten başlayarak sırayla sunar. Şeyhin hediyesini iki eliyle tutup sol dizi yerde, sağ dizi dik ve başı öne eğik bir şekilde önüne bırakır. Geri geri giderek kapı girişine döner. Diğerlerine de aynı üslûp üzere hediyeleri sunulduktan sonra yine nakip tarafından daha önce beş kat durulup üç kat bükülmüş olan şeddi ve “emanetler”! başarıştan alarak şeddi seccadeye salar, emanetleri şeyhin önüne bırakır. Sonra yine şeyhe arkasını dönmeden eski yerine geçer.
Nakip, sağ eliyle şakirdin sağ elini tutup selam tercümanını okur. Şakirdi mahfildekilere takdim eder, gerekli şartları yerine getirdiğini, ustasının rızasını aldığını ve ustasının huzurda kendisine icazet vermek istediğini söyler.[179] Helal kazanç peşinde olacağını, ustalarını yaktığı ateşi söndürmeden devam ettireceğini, ibadete bel bağlayıp Allah’ın buyruğunu yerine getireceğini taahhüt ettiğini söyler ve neticede “Bu sadık hakkında ne buyurursunuz?” diye sorar. Meclis ehli “Münasiptir, mübarek olsun!” dedikten sonra nakip, talibin mesleğinin pîri kim ise onun adını da zikrederek meclistekiler-den salavat getirmelerini ister. Şeyh dua eder.
Salavat ve duadan sonra nakip, talibin eli elindeyken şeyhin önüne gelir. Şeyh yine üç adımda seccadeye gelip sol dizini yere koyar. Dört parmağı şeddin altına, baş parmağı üstüne gelecek şekilde önce sağ, sonra sol elini şeddin altına sokar. Yine evvelâ sağ, sonra sol tarafı olmak üzere şeddi kaldırır; ayağa kalkar. Şeddi kendi boynuna bırakır. Arkasını mihraba dönmüş vaziyette talibi karşısına alır. Sağ eliyle talibin sağ elini tutar ve başının üzerine; sonra aynı şekilde talibin sol elini diğer elinin üzerine koyar. Bu esnada dua okur ve meclistekiler hep birlikte tekbir getirirler.
Şeyh, sağ elindeki şeddin ucunu talibin sağ yanından dolaştırarak başından arka kısma aktarır. Şeddi beli hizasına getirerek iki ucundan üç defa bağlar (düğümler). Fütüvvetnâmelerde bu üç düğüme değişik anlamlar yüklenmiştir. Şeyh, ilk iki düğümde çok kısa dua okur. Son düğümde ise kelime-i tevhid getirir ki bu son düğüme “şeddin mührü” denir. Şeddin uçlarını kuşağın sağ ve sol taraflarına sokar. Şeddin mübarek olması için dua ve fatiha okur. Yine şeyh, şedde olduğu gibi emanetleri de alır ve emanetlerin Batınî manalarını anlatan bir nasihatte bulunur, bunları tekbirleyip talibe verir. Nakipler “esselatu vesselam” çekerler.
Talip, emanetleri sol koltuğu altına alıp üstat, şeyh ve diğer fütüvvet ehlinin ellerim öper, onlardan hayır dua bekler: “Safâ-nazar edin.” der. Onlar da “Allah teâlâ kazancına bereket versin.” derler. Sonra şedde şükrâne olmak üzere “sofra” çekilir.[180]
Şeddin Çözülmesi: Fütüvvetnâmelere göre “şed kuşanan kişiyi Allah iki dünyada mutlu kılar.”[181] Şed kuşanan kişi üç gün sonra bir hediye ile şeyhin huzuruna gelir. Şeyh, şeddin iki ucunu tutup her bir düğümü belirli ayetler okuyarak birer birer çözer. Şed tamamen çözüldükten sonra şeyh iki sure daha okunduktan sonra dua eder, Fatiha okur, tekbir getirilir, “gülbânk” çekilir ve şed çözme töreni de sona ermiş olur.[182]
Ali Torun Türkçe fütüvvetnâmeler üzerine yaptığı ayrıntılı çalışmasında, ilk fütüvvetnâmelerde daha ziyade âdâb bahsi üzerinde durulup erkân kısmının ayrıntılı yer almamasına karşın XV ve XVI. yüzyıllarda yazılan fütüvvetnâmelerde ritüellerin, bilhassa şed bağlama töreninin üzerinde çok durulmasına; XVIII ve XIX. asırlarda kaleme alınan fütüvvetnâmelerde ise sözgelimi tercüman ve dualar için “Üstâd okumak bilirse okur.” kaydının bulunmasına dikkat çekerek “Fütüvvet ruhunun zayıflamaya başlamasıyla birlikte fütüvvet teşkilâtı mutantan bir gösterişe bürünmüş, bilahare bu gösteriş, fütüvvet ruhuyla birlikte çözülmeye doğru gitmiştir.” yorumunda bulunmuştur.[183]
II.7.3. Helva Dağıtmak (Ahi Helvası)
Ahi helvasının kaynağı, en önemli Türkçe Fütüvvetnâmelerden Radavî Fütüvvetnâmesi’nde Cebrail ve Hz. Âdem’e kadar götürülür. Bu fütüvvetnâmeye göre Cebrail cennet ırmaklarından bir miktar süt ve bir miktar balı birbirine katıp bir helva yaparak bir tarafa koymuştur.[184] Ahi helvasının kaynağı budur. Nitekim aynı eserde iki sayfa ileride aynen şöyle denmektedir:
“İmdi tıraş ve tâc ve hırka ve yol atası ve yol karındaşı tutmak ve ahd itmek ve tercümân-ı lisân söylemek ve helvâ-yı cüfne pişürmek ve birbirine lokma sunmak ve bahş-i gâib komak ve bir yerden bir yere helva göndermek ve tuğ ve alem cem’i Cebrail ve âdem’den kaldı. Ehl-i tarikat olanun senedi budur ki zikr olundı. “[185]
Radavî’nin bu son cümlesine göre yukarıda sayılanların yapılması dolayısıyla “helva pişirmek ve dağıtmak”, Ahi olabilmenin dayanakları ve olmazsa olmazlarındandır.
II.7.4. Şerbet İçmek
Fütüvvette “şerbet”, “tuzlu su” demektir. “Neden tuzlu su?” sorusunun cevabı asr-ı saadete kadar gider.
Ahilikte en çok beğenilen huy, başkasının ayıbını görmemek, yüzüne vurmamak ve alçakgönüllü olmaktır. Birçok fütüvvetnâmede şu olaya yer verilir:
Bir gün Hz. Peygamber, bir toplulukta otururken birisi gelip; “Filan evde bir erkekle bir kadın kötülükte bulunuyorlar.” der. Onları çağırmak gerektiğinden sahabeden birkaçı, oraya gitmek üzere izin isterlerse de Hz. Peygamber, Ali’ye, “Sen git yâ Ali, bakalım doğru mu?” der. Ali o eve gelince gözlerini yumup içeriye girer, el yordamıyla duvarlara tutunarak dolaşır, dışarı çıkıp gözlerini açar. Peygamber’in yanına varıp ona, “Bütün evi dolaştım, kimseyi göremedim.” der. Hz. Muhammed, peygamberlik yeteneğiyle meseleyi kavrayıp “Yâ Ali! Sen bu ümmetin fetâsısın.” der ve sonra bir bardak su ile biraz tuz ister. Selman-ı Farisî getirir. Peygamber bir miktar tuz alıp “Bu şeriattır.” der. Bardağa atar. Yine bir miktar tuz alıp “Bu da tarikattır.” der; onu da suya döker. Üçüncü kez yine bir miktar tuz alıp “‘Bu da hakikattir.” diyerek yine bardağa atar ve suyu Ali’ye verip içirir. “Sen benim refikimsin. Ben de Cebrail’in refikiyim. Cebrail de Tanrı refikidir” der. Sonra Selman’a, Ali’ye refik (arkadaş) olmasını söyler. Selman, Ali’nin elinden tuzlu su içerek onun refiki olur.
Necm-i Zerkûb Fütüvvetnâmesi’nde anlatıldığına göre İslâm öncesi Arap fütüvvetinde “şerbet” olarak şarap içilirdi. Peygamber şarap içmenin doğru olmadığını söyleyerek onun yerine tuzlu suyu getirdi. Onlar da o zamandan sonra peygamber adına tuzlu su içtiler. Ebu Cehil’i takip edenler şarap, Hz. Muhammed’in yolundan gidenler de tuzlu su içmeye devam ettiler. Furkan Suresi’nin 53. aye-tindeki “Bu tatlı su, şu da acı su” mealindeki ibareyi de bu olayla ilişkilendirirler.[186]
Ahilikte gerek intisap töreni, gerekse şed bağlama töreni nakibin suya tuz katıp karıştırmasıyla başlar. Tören sonunda da talip “şerbet”, yani tuzlu su içer.
II.8. AHİLİKTE MERTEBELER
Ahilikte mertebelerin nasıl olduğu konusunda kaynaklarda tam bir birlik yoktur. Farklılıklar daha ziyade zamana ve yere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Meselâ Ahilikte (fütüvvette) en üst makam olan “şeyhü’ş-şuyûh”, günümüze daha yakın zamanda yazılan fütüvvetnâmelerde “Ahibaba” veya “Ahubaba” şeklinde geçmektedir.
Ahiliğe girmek isteğinde bulunan kişi “talip” tir. Nazil, nîmtarîk ve mühtedî ise fütüvvetin ilk üç basamağını teşkil eden “ashâb-ı tarîk” zümresine ait olanlara denir. Sonraki ve daha üst kademeler sırasıyla “başarış” (beşâriş), “nakip”, “nakîbü’n-nukabâ” (nakipler nakibi), “halife”, “şeyh” ve nihayet “şeyhü’ş-şuyûh”tur. Bu tabirlerden bazıları zamanla yerini “şeyh, pîr, yol atası, yol kardeşi, ahi, ahıbaba” gibi Türkçe terimlere bırakmıştır.[187]
Bu mertebeler aynı zamanda fetâ ehlinin mahfilde oturuş sırasını da gösterir. Meselâ en başa, en yüksek yere şeyhu’l-meşâyıh (şeyhu’ş-şuyûh, Ahibaba) oturur.[188]
Prof. Dr. Ali Torun, Radavî Fütüvvetnâmesi’nde zikredilen yedi sosyal gruba[189] işaretle bu yedi sosyal grubun son derece katı bir hiyerarşik yapı içinde, bunların yol erkânı denilen iradet kapısından girilip icazet kapısından çıkılan ve ancak liyakatle yükselebilmen bir sistem içinde teşkilâtlandığını belirterek her sosyal grubun mertebelerini şöyle tasnif etmiştir:[190]
“Her sosyal grup üç ana mertebeden oluşmaktadır:
- Yiğit
- Ahî
- Şeyh
Bu üç ana mertebeden birinden diğerine geçiş belirli şartlara haiz olmanın yanı sıra hususî bir merasimi de gerektirir.
Bu üç ana mertebe üçer de alt kademeden oluşmaktadır.
1.Yiğitlik
a) Ahbab: Bunlar henüz yola girmemiştir. Ancak üstadları nezaretinde mahfillere gelip giderler. Bunlara muhib de denir.
b) Nîm tarîk: Üstadından icazet almış, pir tutunmuş, tevbe ve telkin almış, yol ata ve yol kardaş tutunmuş fakat şed kuşanmamış fütüvvet ehlidir.
c) Müfredî: Şed kuşanmış kişi. Miyanbeste de denir.
2. Ahilik
a) Başarış (Dest-i nakîb): Bunlar nakibin yardımcılarıdır. Mahfil ehlini yerli yerine kondurup hizmette bulunurlar.
b) Nakîb: Nigeh, fike, füke adları da verilen, Başarış’tan bir derece üstte bulunan ve mahfilde erkân icra eden fütüvvet ehli.
c) Nakîbu ‘n-nukaba: Nakîb’den bir derece üstte olup, nakîblerin tabi olduğu fütüvvet ehlidir. Bunlar yedi taifeye hizmet etmiş, onların ıstılah ve erkânlarına vakıf olmuş kişilerdir.
3. Şeyhlik
a) Halife: Şeyhten bir derece altta bulunan ve şeyh adına fütüvvet ehlini irşad eden, bu işe mezun kişi. Bunlar şeyhten farklı olarak seccade sahibi değildirler.
b) Şeyh: Sanat ehlinin tabi oldukları zat. Bunlar seccade yani muayyen bir makam sahibidirler. Halifeden bir üst makamdadırlar. Kıdvetü’l-Fityan, Reise’l- Fityan gibi adlarla da anılır.
c) Şeyhü’ş-şüyûh: Bütün sanat ve hirfet şeyhlerinin tabi oldukları zat olup Ahi Türk, Ahi Baba gibi adlar da verilir. Loncalar zamanında kahya, mütevelli adını almıştır.[191]
Ahbab’la başlayıp Şeyhü’ş-şuyuh’a kadar uzanan bu yapılanmada birinden diğerine geçişte üç temel esas hâkimdir: Hizmet-liyakat-icazet. Bir başka ifade ile kişi hizmetini yapacak üstadı layık görürse bir üst makama terfi edebilecektir. Bu anlayış, astı üste mutlak sevgi, saygı ve itaatle bağlayarak sosyal grup içinde mutlak bir otorite doğurmuştur. Sosyal gruplar arasındaki bu otorite Selçuklu’da ve Osmanlı’nın ilk zamanlarında Anadolu’nun Türkleşme ve İslâmlaşmasında önemli bir görev ifa etmiştir.”
Ahiler Anadolu’nun hemen her şehir, kasaba ve köyünde yaygın bir teşkilâta sahiptiler. Her sanat ayrı bir birlikti. Yani, her meslek grubunun bir birliği vardı. Bu birliklerin reisleri ise aralarından seçtikleri bir Ahiye bağlıydılar. Küçük yerleşim birimlerinde meslek birliği yoktu. Buralarda bütün esnaf tek bir birlik altında toplanmaktaydı. Anadolu’daki tüm Ahiler ve Ahi birlikleri Kırşehir’de bulunan Ahi Evrân Zâviyesi’ne bağlıydılar.[192] Bu zaviyenin başında bulunan kişiye “Ahibaba” adı verilirdi.
Kırşehir, Konya, Sivas, Kayseri gibi Ahiliğin büyük ve önemli merkezlerindeki teşkilât yapısı ile küçük şehirler (kazalar) ve kasabalardaki yapılanmada da bazı farklılıklar vardı. Büyük merkezlerde “ashâb-ı tarîk”ten yukarıdaki yapılanmada aşağıdan yukarı doğru “işçibaşı (üstâd, usta), yiğitbaşı (kethüda yardımcısı), esnaf kethüdası, ehl-i hibre (Ahi reisinin yardımcısı), Ahi reisi, Ahibaba” bulunurdu. Kasabalarda ve küçük şehirlerde bu makamların yerini “usta, yiğitbaşı, Ahi reisi ve kadı” almaktaydı.
Ahi birliklerinin idaresinde görev alacak şahıslar seçimle işbaşına gelirdi. Zamanla seçim usulü kalkmış ve ahi reislerini tayin yetkisi Kırşehir Âhî Evran Zâviyesi’ne verilmiştir. Ahi birliklerinin önemini kaybetmeye başladığı yıllarda üst seviyedeki ahi liderleri devlet tarafından tayin edilmeye başlamıştır.
II.9. AHİLİKTE EĞİTİM
Ahiler, hiyerarşik sistemleri içinde okul dışı eğitim ile okul içi eğitimi birbirinin tamamlayıcısı olarak görmüşler, böylece üretim faaliyetlerinin hizmet içi meslek eğitimi ile bütünleşmesini sağlayarak uygulamalı bir eğitim vermiş, diğer taraftan da mensuplarını güçlü iç disiplin ve sosyal baskı sistemiyle kontrol altına almışlardır.[193]
Ahi teşkilâtlarında eğitim alan gençler, öğrendiği meslekî, dinî ve ahlâkî kuralları tatbik ederek toplum içinde örnek şahsiyet olmuşlardır. Ayrıca bu tür bir eğitim sonucunda yetişen esnaf, dinî ve ahlâkî esasların eğitim öğretim yoluyla halka benimsetilip yaşatılmasına da katkı sağlamıştır.
Ahi teşkilâtlarında sosyal, ahlâkî ve dinî eğitim zaviyelerde verilirdi. Zaviyeler, Selçuklu Devleti zamanında kurulmaya başlanan ve Osmanlı döneminde de yapımı süren, yolculara ve misafirlere karşılıksız yiyecek, içecek ve yatacak yer temin eden “konuk evleri”ydi. Ahi zaviyelerinde konuk ağırlama hizmetleri yapıldığı gibi, gençlere yönelik eğitim hizmetleri de verilirdi. İşyerinde işi biten genç çıraklar meslek eğitiminden sonra dinî ve ahlâkî eğitimi bu zaviyelerde görürdü.[194]
Çocuk ve gençlere ilk terbiyeyi veren kişilere “muallim Ahi” veya “emir” denirdi. Ahi zaviyelerinde çocuk ve gençlere eğitim veren muallimler yanında, iş sahibi üstatlar, müderrisler, kadılar, hatipler ve yüksek devlet adamları gibi şehrin ileri gelenleri tarafından düzenli olarak dersler de verilirdi. Ahi zaviyelerinde verilen eğitim sadece gençlere yönelik olmayıp her yaştan insanların istifade edebileceği özellikteydi. Bu mekânlarda öğretilen ahlâk kuralları daha sonra da tüm toplumun ortak değerleri olarak hayata geçiriliyordu.
Ahilik sisteminde gençlere ahlâk ve meslek eğitimine ait usul ve âdâb kuralları eğitim müfredatına göre düzenlenirdi. Gençlere yaşlarına ve öğrenim sürelerine göre verilecek bilgiler de programlanmıştı. Öğrenci olgunlaştıkça ve sanattaki yetenekleri arttıkça bilgiler, belirlenen ölçülerde tedrici bir şekilde arttırılırdı.[195]
Zaviyelerdeki eğitimde, teorik bilgilerden ziyade insanî değerlere ve ahlâka yönelik uygulamalı eğitim tercih edilirdi. Düzenli dersler dışında, çalışanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve destek vererek verimliliği artırmak için toplantılar düzenlenirdi. Yemekten sonra dinî, ahlâkî ve meslekî konularda başta fütüvvetnâmeler olmak üzere eğitici kitaplar okunur, sohbetler edilir, üretimin arttırılması için gerekli olan teknikler gibi bazı konularda tartışmalar yapılır, şarkılar söylenir ve ilahiler okunurdu.[196]
Zaviyeler dışında özellikle köy ve ücra yerlerde tesis edilen “yaran odaları” adı verilen misafirhaneler de eğitim etkinliklerine katkı sağlayan kuruluşlardır.[197] Yaran odalarında, daha çok uzun kış gecelerinde yapılan toplantılarda, köyün ve köylünün sorunlarının konuşulduğu gibi, dinî ve millî kitaplar okunur, meslekî ve ahlâkî konuda sohbetler edilirdi. Okula gidecek öğrencinin, askere gidecek gencin, evlenecek kişinin problemlerine çözümler aranırdı.[198] Bu odalarda oturma, konuşma, terbiye ve nezaketin korunması, Ahi zaviyelerinde olduğu gibi yaran başı ve onun yardımcısı “oda başılar”ca sağlanırdı.
Tasavvufî eğitimde şeyhe intisap etmeden irşadın mümkün olmayacağı gibi Ahilikte de üstattan el almadan veya üstadın rehberliği olmadan bir sanata sahip olmak caiz görülmemiştir.[199] Fütüvvet ehlinde her öğrencinin bir mesleği öğrenmek için bir üstada bağlanması gerekir. Fütüvvetnâmelerde üstada bağlanmanın gerekliliği “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” sözüyle delillendirilir. Yaşı ortalama 10-12 olan çocuk, velisi tarafından kabiliyetleri doğrultusunda, herhangi bir sanat dalında faaliyet gösteren, elinde ustalık belgesi olan bir ustanın yanına belli bir süre çalışmak ve mesleği öğrenmek üzere verilirdi. Bu süre içerisinde gençlerin Ahilik kaidelerine bağlılıkları kontrol edilirdi. Gençler arasında Ahilik prensiplerini ihmal edenler veya hatalı davranışlarda bulunanlar müteselsilen birbirinden sorumlu tutulurdu.[200]
İşyerinde sadece meslekî bilgiler değil, dinî ve ahlâkî eğitim de verilirdi. Öğretmen Ahi, öğrenmesi için yanına verilen çırağa, meslekî bilgilerin yanı sıra, namaz, oruç gibi İslâm’ın şartlarını öğretir, Ahi ahlâk kurallarını kapsayan fütüvvetnâmelerin belirttiği insanlık yöntemlerini de pratik olarak belletirdi.[201] Ayrıca usta, o sanat dalındaki manevî liderleri, meşhur şahsiyetleri ve onların hayat hikâyelerini zaman zaman çocuğa aktararak, onun bu meslek grubunun bir üyesi olmasına yardımcı olurdu. Bu açıdan işe başlarken mesleğin pirinin saygıyla anılması, uyulması gereken kuralların başında gelirdi. Böylece manevî bir alanın denetimi ve himayesinde ekonomik hayat, Ahilik çerçevesinde düzen altına alınmış olurdu.
11.10. AHİLİK ASKERLİK – SPOR
Ahiler yalnızca ekonomik örgütlenmeyi değil, dinî-askeri bir örgütlenmeyi de gerçekleştirmişlerdir. Anadolu’da süratle yayılan, köylerde ve uç bölgelerde büyük nüfuza sahip olan bu teşkilât, Anadolu’da özellikle de XIII. yüzyılda devlet otoritesinin zayıfladığı bir dönemde, şehir hayatında sadece iktisadî değil, siyasî yönden de önemli faaliyetlerde bulunmuştur.
Bu teşkilâtın çatısı altına giren esnaf ve sanatkârlar, meslekî, dinî, ahlâkî eğitimden ayrı olarak, askerî eğitim de görmüşlerdir. Örgüte kabul edilen müride, bir profesyonel asker kadar değilse bile, kendini savunmayı bilecek kadar silah kullanma sanatı da öğretilirdi.[202] Savaş zamanlarında teşkilât hâlinde savaşlara da katılan Ahiler, bellerinde kama ve hançer taşırlardı.[203] Bu gelenek Mısır’da kurulan Fatımî fütüvvet teşkilâtından bu yana devam etmekteydi.
Ahiler yurt savunmasında da görev üstlendikleri için her zaman sportif faaliyetlere de büyük önem vermişlerdir. Bu sebeple Ahi teşkilâtında spor eğitiminin ayrı bir yeri ve önemi vardı. Çırak ve kalfaların eğitimleri süresince meslekî ve ahlâkî açıdan olgunlaşmalarına çalışılırken, kalfalar kılıç kullanmak, ata binmek, ok atmak gibi sportif manada askerî eğitime tabi tutulurdu.[204] Bütün bu eğitimleri başarı ile tamamlayan kalfa, ustalığa yükselmek için imtihana girerdi. Diğer bir deyişle kalfanın usta olabilmesi için devrin sporlarını da başarılı bir şekilde yapabilmesi gerekirdi.[205]
“Eski çağlarda spor yapılan yerler ahlâkın öğretildiği yerler ve sporcular da ahlâklı insanlar olarak bilinirdi. Türklerde de ‘er meydanı’, ‘ok meydanı’, ‘cirit meydanı’ ve diğer spor meydanları; yiğitliğin, cesaretin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, mertliğin ve cömertliğin gösterildiği meydanlardı. Bu açıdan örnek davranışlara sahip sporcular, kin, nefret ve kötü duygulardan uzak ve spor ahlâkının yarışı içerisindeydiler.”[206]
Ahilere askerlik bilgisi, bazı şartları üzerlerinde taşıyan kişilerce verilirdi. Bu dersleri verecek kişide Ahi görmek, şeyh görmek, bir adayı eğitip yetiştirmiş olmak gibi deneyimler aranırdı.[207] Ahi ve şeyh gözetiminde eğitim almayanlar bu alanda öğretmen olamazlardı. Bu da Ahilerin eğitime ve deneyime ne ölçüde değer verdiklerini göstermektedir.
Ahilikteki ritüeller güreş ve okçuluk sporunda da vardır. Sporcular, abdestsiz kispet giymezler, “yay”ı tutmazlar, meydana girmezler, ok atışları ve güreş gibi sporlara besmele ile başlarlardı. Güreşe giriş ve çıkışlarda, pehlivanlar ahilikle bütünleşen davranışlar gösterir. Ahilikteki pîr, güreş ve okçuluk sporlarında da vardı. Ahilikte olduğu gibi pehlivan tekkelerinde de “çırak”, “miyander” ve “şeyh” gibi üçlü hiyerarşik bir yapı vardı.[208]
Okçulukta bir basamaktan diğerine geçişte performans, liyakat ve icazet olmak üzere üç esasa uyulmaktaydı. Ok meydanının yönetiminde birinci derecede sorumlu olan yetkili kişi “Meydan Şeyhi” idi. Meydan toplantılarında kıdem ve protokol sırası gözetilerek oturulurdu.[209]
II.11. ZORUNLU
BİR DÖNÜŞÜM: GEDİKLER ve LONCALAR
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türklerine sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı altı yüz elli yıl yön verip, ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, III. Ahmet dönemine dek (1703-1730) sürmüştür. Adı geçen Osmanlı sultanı döneminde, 1727 yılında “gedik” denen bir düzen resmen uygulanmaya başlanmıştır. Ancak gedik uygulamasının başlatılmasını Ahiliğin sonu olarak değerlendirmek doğru olmaz. Ahiler ve zaviyelerinin Xıx. yüzyılın sonuna kadar Anadolu’nun hemen her yerinde mevcudiyetlerini devam ettirdikleri, kendi gelenek ve sistemlerini zaman ve şartların değişimine de ister istemez uyum sağlayarak yaşattıkları bilinmektedir.
Osmanlı Devleti’nin toprakları genişledikçe gayrimüslim teba üzerindeki hak ve sorumlulukları da genişlemiş, iş kolları ve çalışanlar çoğalmış; dolayısıyla Müslüman olmayan teba ile ortak çalışma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Ahilik teşkilâtının kimi fonksiyonlarını yerine getirecek olan ve din ayrımı gözetilmeyen bir kurum olarak “gedik” kurumu tesis edilmiştir. Bu müessesenin teşekkül sebebi şüphesiz ki sadece bu değildir. Kimi iç ve dış faktörler sebebiyle Ahi teşkilâtlarının esnaf ve halk arasında eski etkinliğinin kalmaması, devletin bu işleri kendi kontrol ve inhisarında bulundurma isteğinin de bunda önemli rol oynadığını kaydetmek gerekir.[210]
Türkçe bir kelime olan “gedik”, tekel ve imtiyaz (ayrıcalık) anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gediğin tekelci biçimi daha önce de vardı ama uygulama yeri başkaydı. 1727 yılında esnafın sayısı “ustalık” adıyla sınırlandırılmış ise de sonraları “gedik” adını almıştır.[211]
Gedik uygulaması resmen bu tarihte uygulama sahasına geçmiş olmakla beraber “esnaf gediklerinin doğuşu aşaması XVII. yüzyılın ortalarından itibaren başlar.”[212]
Ahmet Kal’a’ya göre esnafın mal ve hizmetleri satın alması, üretmesi ve satmasıyla ilgili olarak esnaf birliklerine verilen hukukî – iktisadî mahiyetleri olan gedik, “Devletin üretim vefiyat politikalarının hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik bir nevi ‘iktisadî gelişme’nin temini için gerekli ve birbirini tamamlayan iktisadî ve hukukî şartları oluşturmak gayesiyle, devlet ve esnaf birliklerinin ortaklaşa çabalan sonucunda XVIII. yüzyılın ilk yansından itibaren doğan tekellere dayalı üretim sitemidir. “[213]
“Gedik”, hem devletin, hem esnaf birliklerini talep ve beklentilerin karşılar biçimde oluşturulmuşsa da zamanla türlü hukukî problemler, işleyişi aksatmıştır.
Gedik nizamlarına göre bir iş yeri ustasının ölümü veya başka bir sebeple boşaldığında ustanın erkek çocuğuna, erkek çocuğu yoksa gedik verme yetkisine sahip “nâzıralar, kethüdalar ve ihtiyar ustalar”dan oluşan bir heyet dükkânın kime bırakılacağına karar verirdi. Ancak bu salahiyet, dükkânın kiralık olduğu hâllerde mülk sahibinin hukukuyla çelişen durumlar doğurmaktaydı.[214]
Bir başka problem usta olduğu hâlde “gedik” olamayan ustaların işsiz kalışlarıdır. Bu durum, kalfalık safhasının bitmesine ve zamanla usta-kalfa çatışmasına sebep olmuştur. Sayıları artan kalfalar isyan bayraklarını çekmeye başlamışlar, böylece Ahiliğin geleneksel yapısından eser kalmayarak, “Ahibaba”, yerini kadı tarafından tayin edilen yarı resmi bir görevli hüviyetindeki “kethüda”ya bırakmıştır.
Gedik usulüne göre her sanat veya ticaret mutlaka muayyen yerlerde, muayyen dükkânlarda ve mahdut şahıslar tarafından yapılırdı. Bir işe, bir sanat veya ticarete tahsis edilmiş olan başka yerlerde dükkân açmak, bu dükkânlarda başka iş yapmak, mahdut ve muayyen esnaf adedini çoğaltmak kat’î surette yasak edilmişti.[215]
1860 yılına kadar bir sanat ve ticaretle kaç kişi uğraşır ve içinde çalışılan dükkân, mağaza, atölye vb. ne kadar yer varsa, bir zorunluluk olmadıkça, eskisinden çok ya da eksik olmaması yolundaki tekelci kuralı, esnafça ve hükümetçe korunduğundan, bir kişi, çıraklıktan, kalfalıktan yetişip de boş olan ya da zorunlu gereklilik dolayısıyla yemden açılan ve ustalık basamağına çıkmadıkça yani gedik sahibi olmadıkça dükkân açıp sanatını ya da ticaretini yürütemezdi. Bu işleri, ancak ellerinde imtiyaz fermanı (padişahça verilmiş gedik beratı) olanlar yapabilirlerdi.
“Lonca” da bir tür esnaf teşkilâtlanmasının adıdır. İtalyanca “depo”, “mahzen” anlamındaki “loggia” kelimeden Türkçeye “lonca” olarak geçtiği sanılan kelimenin Osmanlı esnafının Venedik, Ceneviz ve Raguzalılarla olan sıkı ticarî ilişkileri sonucunda Türkçeye geçmiş olması ihtimali kuvvetlidir.[216]
Çeşitli tarihçi ve araştırmacıların lonca tabirinin Osmanlı’da ilk kullanılışım XVIII. yüzyıla kadar getirmelerine karşın Ahmet Kal’a daha XV. yüzyılın sonlarından itibaren bir bölge adı olarak resmî belgelerde görülmeye başlanan “lonca” kelimesinin bir esnaf teşkilâtlanması olarak XVII. Asrın ilk yarısından itibaren kullanılmaya başlandığını, XVIII. asırdan itibaren ise belgelerde yaygın olarak geçtiğini kaydetmektedir.[217]
Hâlbuki Kırşehir Müzesi’ndeki 7 numaralı şecerenâme (Ahi Sinan Şecerenâmesi), “lonca” kelimesinin Ahi teşkilâtları yerine çok daha önceleri kullanıldığını göstermektedir. Söz konusu şecerenin ketebe (yazılış) kaydındaki tarih 15 Rebî’ü’levvel (Evâsıt-ı Rebî’ü’levvel) 876′dır (l Eylül 1471). Söz konusu şecerede “lonca” kelimesi şöyle geçmektedir: “Pirler buyurduğu minval üzre herkes teselli olundukdan sonra duâ-gûy gele, loncaya dua ide.. “[218]
Resmî belgelerde Ahi teşkilâtı anlamında ancak XVII. yüzyıl başlarında kullanılmaya başlanan lonca kelimesinin doğrudan doğruya Ahi teşkilâtına mensup kimseler tarafından yazılan bir metinde XV yüzyılın ikinci yarısında geçiyor olması oldukça ilginçtir.[219]
Ruslarla girdiğimiz Kırım Savaşı’nın ardından, I. Abdülmecit’in (saltanatı 1839-1861) 1856′da yayınladığı Islahat Fermanıyla Osmanlı Devleti’nin bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri hür bir şekilde yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu. 1861 yılında gediklik, 1912′de ise loncalar, çıkarılan birer kanunla kaldırılmıştır. Cumhuriyet döneminde İttihat ve Terakkicilerin esnafın siyasî gücünü hesaba katarak Bursa merkezli olmak üzere bir nizâmnâme yayınlamak suretiyle loncaları yeniden canlandırma gayretinden de söz etmeliyiz.[220]
Ali Torun, fütüvvet teşkilâtının tarihî seyir itibariyle üç ana devir geçirdiğini belirterek bunları “Fütüvvetin Yaşandığı Devir”, “Fütüvvetin Çözüldüğü Devir” ve “Fütüvvetin Araştırılmaya ve Yaşatılmaya Çalışıldığı Devir” olarak adlandırır. Torun’a göre ilk devir XI. yüzyıl ile XV. yüzyıl başlan arasını kapsar, ikinci devir, fütüvvetin ruh ve yapı olarak çözüldüğü ve yeni bir yapılanmaya gittiği Loncalar devridir. Bu, tarih olarak XV. yüzyıl başlarından gediklerin kaldırıldığı 8 Zilhicce 1277 (1861) tarihine kadar sürer. Fütüvvet ehlinin yeniçerilerin teşkiliyle askerleşmesi, ulemanın devlet hizmetine girerek memurlaşması vs. bu döneme tekabül eder. Fütüvvetin ayrışarak esnaf ve sanatkâra mahsus bir teşkilât hâline gelmesi de bu dönemde olmuştur.[221]
Ancak Torun’un son tahlilde vardığı “Fütüvvet teşkilâtı yapısında meydana gelen bu çözülme ve değişmeler fütüvvet erbabını haliyle bir arayış ve endişeye sevk etmiştir. Fütüvvetnâmeler bu arayış ve endişenin neticesinde ortaya çıkmışlardır. Bu itibarla fütüvvetnâmelerde tarif ve tavsifi yapılan hayat yaşananı değil, yaşanmışı veya yaşanması gerekeni nakletmektedir.” yargısına katılmak mümkün değildir. Bir kere fütüvvetnâmelerin önemli bir kısmı esas karakter itibariyle telif değil, tercüme eserlerdir. İkinci olarak yazarın ifadesiyle “Fütüvvetin Yaşandığı Devir” olan XIII. yüzyılda yazılan Çobanoğlu Fütüvvetnâmesi’ni nasıl izah edeceğiz?
Kaldı ki -şüphesiz en haşmetli devirlerini yaşadığı XI-XIV. yüzyıllar arasındaki etkinliğinde olmasa da- XIX. yüzyılda, hatta XX. yüzyıl başlarında dahi Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Ahi tekkelerinin varlıkları bilinmektedir (1827′de Antakya’da ve Adana’da, 1835′de Sivas’ta, XIX. yüzyıl ortalarında Konya’da, 1890 tarihinde Bolvadin’de,[222] XX. yüzyıl başlarında da Kırşehir’de Ahi zaviyelerinin mevcudiyeti tescillidir[223]).
1727 senesinde gedik kurumunun ihdas edilmiş olmasıyla yukarıda ifadeye çalıştığımız XX. yüzyılda dahi resmî kayıt ve belgelerden Ahi zaviyelerinin varlığının anlaşılması arasında bir çelişki var gibiyse de aslında yoktur. Çünkü gedik usulünün getirilmesi ile Ahilik teşkilâtları (zaviyeleri) lağvedilmiş değildir. Ne var ki gerek dünyadaki gelişmeler, gerekse ülke dahilindeki şartlar gerileme sürecine giren Osmanlı’yı türlü tedbirler almaya itmiştir ki gedikler de ancak bundan ibarettir.
II.12. ANADOLU’DA AHİLİK KAYNAKLI KURUMLAR/ GELENEKLER
Anadolu’nun değişik yerlerinde -Ahilik geleneği ve teşkilâtıyla ilgisi ve benzerlik dereceleri farklı farklı olmakla beraber- kimisi hâlen işlevi sürmekte olan gerek amaç, gerek fonksiyon ve gerekse teşkilât yapısı bakımından Ahilikle benzerlikler gösteren ve kimisi hâlen işlevsel olan başka kurumlar, yapılanmalar veya gelenekler de vardır. Bu yapılanmalar, şehir merkezlerinde olduğu gibi kasaba veya köylerde de olabilmektedir. Bunlar arasında en yaygını ve en bilineni “yâren teşkilâtı” dır.
“Yâren teşkilâtı” hem Orta Anadolu’da hem Batı Anadolu’da görülmesi bakımından ilginçtir. Bu teşkilât özellikle Çankırı, Kütahya, Manisa illerinde yaygındır. Çankırı yâren teşkilâtı, meclis erkân ve âdabı, kurallarının sabır, cömertlik, yardımlaşma vb. hususlarda gençleri eğiticiliği vb. konularda Ahilikle önemli benzerlikler arz etmektedir.[224]
“Yâren”, Farsça “dostlar” anlamına gelen “yaran” kelimesinden bozulmuş bir kelimedir. “Yâren Teşkilâtı, köklü bir tarihî geçmişi bulunan, belirli yaşlar üzerindeki erkeklere açık, geleneksel bir kurumdur. İlk bakışta bir boş zaman faaliyeti ya da bir tür eğlence toplantısı gibi görünmesine rağmen, teşkilâtın varlığını yıllarca koruyarak günümüze ulaşmış olması, onun toplum içerisinde önemli amaçlar ve fonksiyonlar taşıdığını göstermektedir.”[225]
Anadolu’nun kimi bölgelerinde “yâren” yerine “yaran” da denmektedir. “Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı, ‘yaran odaları’dır. Şehirlerdeki Ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her tür gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastahaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiç bir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerleri, yoksul düşmüş köylerin halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu durumda olan Anadolu köylerinde başka bir teşkilât olan, ‘yaran odaları’nı kurmuşlardı. Buralarda, köy halkının ‘imece’ denen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu. Köylerde bu yardım ve konuklama işi, ‘köy yaran odaları’ ve ‘köy konuk odaları’ işbirliğiyle yapılıyordu.”[226]
Bu odaların Ahi mahfilleriyle ilginç benzerlikleri vardır. Meselâ “bu odalarda oturma, konuşma, terbiye ve nezaketin korunması, Ahi zaviyelerinde olduğu gibi yaran başı ve onun yardımcısı ‘odabaşılar’ca sağlanırdı.”[227] Yine tıpkı Ahi teşkilâtlarında olduğu gibi yaran odalarında da her mensubun hususî isimleri ve görevleri olan oda görevlileri vardı. Bu teşkilâttan amaç, köyün genel problemlerini çözüme kavuşturmak, köy halkından yardıma muhtaç olanlara yardım ermekti. Hatta ihtiyaç hasıl oldukça bu odaların birer mahkeme gibi çalıştığı da vakidir.
Eğlence ve sohbet tarafı daha ağır basan, bir teşkilâttan ziyade “belirli kaideleri olan bir toplantı geleneği” olarak tanımlayabileceğimiz “cümbüş (Ankara), gençler heyeti (Dündarlı / Niğde), gezek (İsparta), kef (Antalya, İsparta), muhabbet (Beypazarı, Kırşehir, Yozgat), sıra yârenleri (Akşehir), cehrilik yârenliği (Çorum), sıra geceleri (Urfa), oturmah (Van), oturma (Kayseri) gibi isimler altında düzenlenen toplantıların bir kısmı hâlâ devam ermektedir.
Balıkesir yöresinde, özellikle de Dursunbey ilçesinde varlığı bilinen “barana” geleneğinden de söz etmek gerekir. Bugün için devam etmeyen, hatta unutulmuş bir gelenek olan “barana”, birçok bakımdan Ahilik törenlerini andıran, güçlü yetkilerle ve kurallarla donatılmış bir köy / kasaba meclisi idi. Günümüzde Balıkesir yöresinde[228] ve Konya’da[229] sadece folklorik-müzikal manada bir görsel unsur olarak varlığını sürdüren “barana” Ahilik araştırmaları çerçevesinde üzerinde etraflıca çalışılmaya değer bir konu görünümü vermektedir.
Gaziantep, Kilis ve yöresinde “esnaf sahresi”, denilen bir gelenek vardır. Hakkında bazı internet sitelerindeki bilgi parçacıkları hariç, yazılı kaynaklara ulaşamamış olmakla birlikte şifahen edindiğimiz bilgilere göre esnaf sahreleri Ahilik kültürüyle ilişkili olduğu anlaşılan bir gelenek olarak bugün de yörede devam ettirilmektedir.
“Sahre”, “açık arazi” anlamındaki “sahra” kelimesinin bozulmuş şeklidir. Farklı mesleklere mensup esnaflar haftanın belli bir günü işyerlerini açmazlar, çoluk çocuklarıyla birlikte bir kıra çıkarak piknik yapar, eğlenir, meslekleri ve iş hayatının meseleleri üzerine görüş alış-verişinde bulunurlar, sohbet ederler. Her esnaf grubunun belirli bir sahre yeri ve günü vardı. Sahrenin bütün masrafları ustalar tarafından karşılanır. Bu gelenek bugün dahi devam etmektedir. Günümüzde bu toplantılar belirli bir günde değil herhangi bir gün yapılmaktadır.[230]
Bugün görülmemekle birlikte daha önceleri bu “sahre”lerin ustalığa geçen esnafın “kuşak kuşanması”ndan sonra başladığı da söylenmektedir ki bu, şed kuşanan esnafın tören sonunda “sofra çekmesi”nden başka bir şey değildir. Bunlar, Ahilik töre ve törenlerinin bu yörede yakın zamana kadar canlı olarak yaşatıldığının; bugün de kökünden oldukça uzak düşmüş de olsa büyük bir ilgi, katılım ve coşkuyla devam ettirildiğinin açık göstergeleridir.
Bunlardan başka, eski külhanbeyleri (hamamların külhanlarını mesken edinen kimseler) arasında da gerek hiyerarşik yapısı, gerekse kendilerine mahsus törenleri bakımından fütüvvet teşkilâtı benzeri bir yapılanma bulunduğunu da enteresan bir bilgi olarak kaydetmek gerekir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın, Ebuzziya Tevfik’in bir yazı dizisinden aktardığına göre, külhanbeylerinin “külhancı babası”, “deste başı”, “koca deste başı” gibi post sahibi makamları, külhanbeyi adayının külhanbeyliğe kabul töreni, helva pişirme gibi Ahilikte de aynen bulunan âdetleri varmış.[231]
Kimi yörelerde eski asırlardakinden oldukça farklılaşmış, âdâb ve erkânı azaltılmış, dinî motiflerden büyük oranda soyutlanmış da olsa, yakın zamana kadar Ahiliğin tören ve kurallarıyla önemli oranda muhafaza edildiğini de önemli bir bilgi olarak kaydetmek gerekir. Muğla’da esnafı ve Divriği köşker esnafı arasında 1900′lü yıllatın başlarına kadar bir esnaf teşkilâtı olduğunu ve bu gayrıresmî teşkilâtın bütün kural ve törenleriyle eski Ahilik geleneklerini yaşattıklarım öğreniyoruz.[232] Bu teşkilât ve gelenek, yazı sahibi Mustafa Cavit’in “Muğla’da elyevm Dabağ esnafının teşkilâtı mevcuttur.” dediğine göre yazının kaleme alındığı 1929 senesinde mevcuttu.[233]
Verilen bilgiye göre bu teşkilâtın, bütün esnafa nezaret eden ve onların işleriyle ilgilenen ve adına “ağausta” denen reisleri vardır. Esnafın ileri gelenlerinden oluşan 7-8 kişilik bir heyetlerinin verdiği karar “temyizsiz” uygulanır. “Ağausta”nın yardımcısı “yiğitbaşı” dır. Yiğitbaşının görevleri arasında ağaustaran emirlerinin infaz etmek, heyeti teşkil eden ustaları toplamaktır. “Yolsuz” ilân edilen esnaf[234] cezalandırılır. Ceza şudur: Yolsuz esnafa selâm verilmez, kahveye geldiği vakit kahve ısmarlanmaz, dabağhâneye giremez vs. Bu ceza suçun ağırlığına göre 10-15 gün veya daha fazla devam edebilir.
Bin bir gün ustasına hizmet etmeyen “usta” olamazdı.[235] Bin bir gün dolunca ustalar tarafından merasimle “peştamal kuşatılır” ve “usta” olurdu. Daha önceleri iki, yedi veya üç yılda bir Kırşehir’den Nakşibendî tarikatine mensup bir zat gelip peştamal kuşatma işini o yaparmış. Esnaf, “eroğlu” dedikleri bu zata çok saygı gösterilmiş.
Peştamal kuşanma Muğla’da o vakitler sadece debbağ esnafı arasında değil bütün esnafta varmış. Peştamal kuşanma sırasında sadece “Çıraklar sizden izin istiyor, hakkınızı helâl edin. Bunu (bunları) nasıl bilirdiniz?” diye sorulur, ustalar da “İyi biliriz!” diye cevap verince “eroğlu”, “ağausta” veya “usta” tarafından çırağa peştamal giydirilir ve çırak usta olarak artık kendi dükkânını açmaya hak kazanır. Merasim sonunda sofra kurulur, yemekler yenir.
Ahilik geleneklerinin kuvvetle devam ettirildiği yerlerden biri de Çankırı’dır. Hasan Üçok, kendi ağabeyinin de Ahibaba vekili olması hasebiyle geleneğini bütün teferruatıyla bildiği ve aktardığı Çankırı Ahi teşkilâtı, şecerelerde anlatılan usul ve esaslarla büyük oranda benzeşmesi bakımından Ahiliğin yakın zamana kadar hemen bütün erkânıyla devam ettiği bir kurum olarak dikkat çekmektedir.[236]
Divriği’de de I. Dünya Savaşı’na kadar geleneğin benzer şekilde -sadece köşker esnafı arasında- devam ettiğini görüyoruz.[237] Olayı bizzat gören şahıstan nakledildiğine göre o yıl kimler ustalığa çıkacaksa esnaf kâhyası tarafından tespit edilir, genellikle mayıs -haziran aylan arasında bir gün tayin edilirdi. Merasimden birkaç gün önce tellâl çıkarılarak merasim yapılacağı çarşı esnafına duyurulurdu. Sahraya toplu hâlde gidilir, orada usta olacak esnafa Halep dibası peştamal kuşandırılırdı. Usta, halkın göreceği biçimde arkadaşları da yanında olmak üzere yürürdü. Yemek olarak pirinç pilavı ve hoşaf verilir, bazen helva pişirilirdi. Yemekten sonra yeni usta sırayla babasının, ustasının, esnaf kâhyasının ve diğer ustaların ellerini öperdi.[238]
Günümüzde de Anadolu’da Ahilik izleri varsa da bunlar birer kalıntı olmaktan ileri gitmez. Farklı ve Ahilik geleneğine yakın bir örnek olarak Zile’de leblebici esnafı arasında hâlâ yaşadığı belirtilen bir uygulamayı gösterebiliriz:
Zile’de leblebiciler arasında mesleği yapabileceğine ustaları tarafından kanaat getirilen çırağa “önlük” takılır. Uzun süre kalfa ve ustasına hizmet eden çırak, ustası tarafından törenle kalfalığa geçirilir. Kalfalığa geçiş diğer leblebici esnafının huzurunda bir tava leblebi kavurup en az kırık çıkarmayı başarmakla olur. Kalfalığa giren kişi yemek yedirir ve ustasına bir hediye alır.[239]
Zile leblebici esnafı arasında “şed kuşanma”, “önlük bağlama”ya dönüşmüştür. Önlük bağlamanın yanı sıra çırağın işini iyi yaptığını ustalardan oluşan bir heyet önünde ispatlaması (bir ürün ortaya koyması: emanet), yemek yedirmesi (sofra çekmek) ve ustasına hediye sunması (tuhfe) bu esnaf grubu arasında kalıntı hâlinde de olsa Ahilik geleneğinin sürdüğünü göstermektedir.
Buraya kadar saydıklarımızdan başka, Anadolu’nun yerlerinde de benzeri uygulamaların tespit edilebileceğini düşünüyoruz. Görüldüğü gibi, yakın denilebilecek zamana kadar teferruattan arınmış ve kısmen de olsa Ahilik, edep ve erkânıyla Anadolu’da yaşıyormuş. Bugün başta Kırşehir olmak üzere Ahilik Bayramı’nın kutlandığı illerde yapılan “şed kuşanma” gösterisi sembolik olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.
Günümüzde şehirler çok büyüdü. Çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçiş için istense de böylesi törenler düzenlemek artık çok zordur. Bugün çıraklık okullarından alınan diplomalar “şed” veya “peştamal” yerine geçiyor olsa gerek. Ama o okullarda olsun ananeyi yaşatmak üzere, meselâ mezuniyetlerde, kökü bize ait olmayan “kep / cübbe” giyme yerine “şed kuşanma” törenleri yapılsa.
O “şekil” sandığımız şey, belki eski “ruh”u hatırlatır ve belki genç esnaf – sanatkâr adayları merak ederek “Ahilik kültürü”nü öğrenmeye ve kendi nefislerinde uygulamaya çalışırlar.
Bugün için Esnaf ve Sanatkârlar Odası veya benzeri kuruluşların Ahilik kurumunun devamı sayılabileceği söyleniyor. Ama günümüzde sözü edilen kuruluşlar bir “esnaf ahlâkı” ortaya koyma endişesinden çok “meslekî dayanışma” düşüncesine dayalı “ben-merkezci” kuruluşlar görünümündedir. Bu anlamda yukarıda sözü edilen “yolsuz esnafın tespit ve cezalandırılması meselesi Ahi esnaflığının şaşmaz bir oto-kontrol mekanizması idi. İşte esas olan -elbette esnafın meslekî dayanışmasını gözetmekle birlikte- günümüz esnaf kuruluşlarının, “toplumsal barış”ın da önemli bir dayanağını oluşturan bu tür açılımları da gözetmeleridir. Esnaf kuruluşları böylece Ahiliğe yaklaşacaklar, hatta Ahilik prensiplerinin imkânlar ölçüsünde uygulanmasıyla oluşacak “iktisadî ahlâk”, ülkemizi dünya ekonomisinin acımasız çarkları arasında ezilmeden ayakta kalmasına bile vesile olacaktır.
O hâlde günümüz dünya şartları karşısında Ahiliğin neyi ifade ettiğini, yerinin neresi olduğunu tespite çalışalım.
II.13. AHİLİK
GÜNÜMÜZ İÇİN NE İFADE EDER?
Ahiliği, sadece tarihî görevini gerçekleştirmiş ve yine tarihin karanlıklarına gömülmüş bir kurum olarak görmek büyük bir hata olur. Çünkü Ahilik, insanlığın her zaman ve zeminine hitap edecek malzemeye sahip, çağlar üstü bir değerler sisteminin adıdır. Hatta rahatça denebilir ki Ahilik, çağ yenileştikçe, modernleştikçe daha iyi anlaşılmaya başlanan, insanlığın önüne yeni açılımlar sunan, solmaz, eskimez bir sistemdir.
Ahmet Tabakoğlu “Türk İslâm kültür ve medeniyetini Bat:’dan ayıran en önemli özelliklerin Ahilikten kaynaklandığını söylemek pek yanlış değildir. Batı medeniyetini ve kapitalizmi yaratan zihnî faktör burjuva zihniyeti iken bizim özgün bir kültür ve medeniyet oluşturmamızın temelinde Ahi zihniyeti vardır ve bu zihniyet Türk toplumunun kapitalizme karşı direnebilmesinin de en önemli sebebidir.” diyor.[240]
Şu hâlde yükselen değerlerin sık sık değiştiği günümüz dünyasında, önümüze “hodgâm” (kendini düşünen) değil “diğergâm” (başkalarını düşünen), yani en az kendisi kadar toplumun diğer fertlerini de düşünen, en az kendisi kadar onların da hak ve hukuklarını kollayan bir insan modeli koyan Ahiliği bugün her zamankinden daha iyi anlamaya mecburuz.
Konuya bu açıdan baktığımızda Ahilik, günümüz dünyasında birlikte yaşamak, barış içinde yaşamak, örgütlü yaşamak gibi hayatî önemdeki sosyal hayat unsurlarını önümüze sunan; iktisadî anlamda ise dayanışma, rekabet, kalite-kontrol, standardizasyon vb. şartlarla ticarî ahlâk prensiplerini ihtiva eden bir değerler bütünüdür. Ahiliğin günümüzün geçerli değerleri karşısında ne konumda olduğu oldukça önemlidir. Günümüzün iş ve çalışma dünyasının yükselen değerleri diyebileceğimiz “sorumluluk ve liyakat, dayanışma, rekabet, oto-kontrol, kalite ve standardizasyon”, ile “kazanç ve servet” kavranılan karşısında Ahiliğin ne ifade ettiğini inceleyelim:
Sosyal Sorumluluk ve Liyâkat: Günümüz dünyasında toplumsal sorumluluk; ürünleri ve fiyatları makul düzeyde tutma, fırsatçılıktan kaçınma, haksız rekabet ve asılsız reklâmdan kaçınma, iş ilişkilerinde dürüst davranma gibi konuları kapsamaktadır.[241] Sosyal sorumluğun bir konusu da tüketicinin korunmasıdır ki bu da hem fütüvvetnâmelerde yazılı olarak hem de uygulamadaki kaynaklara geçmiş onlarca örneğiyle Ahilik normlarında mevcuttur.
Ahilikte ustalar yanlarında çalıştırdıkları insanların davranışlarından sorumluydu. Bu sebeple bazı durumlarda çırakların işledikleri suçlardan dolayı ustalarına ceza verildiğine rastlamaktadır. Çalışanların körü huy ve hareketlerinden yalnız ustalar değil, kademeli olarak bütün esnaf mesuldü. Bu anlayış, etkin bir oto-kontrol sisteminin kurulmasını sağlamıştır.[242]
Dayanışma: Ahi birlikleri üyelerinin hayat anlayışı tasavvufçuların anlayışlarından farklıydı. Yaşamak için yaşatmak gerektiğine inanılan Ahilikte her fert toplumun bir parçası olarak kabul edilir ve bir insanın rahatsızlığının bütün toplumu kademeli olarak rahatsız edeceğine inanılırdı. Daha şed kuşanırken “yol atası”nı ve “yol kardaşları”nı seçen Ahi için sosyal adalet ve dayanışmanın önemli bir yeri vardır. Fakat Ahilikteki “dayanışma” günümüzdeki kimi meslek kuruluşları gibi bir “çıkara ve faydacı” bir temel ve amaca dayanmıyor, aksine “birlikte yükselmek, ezmeden büyümek, haksızlık etmeden dayanışmak” prensiplerini esas alıyordu. Nitekim günümüz insanı ve dünyasının ihtiyacı olan dayanışma ve rekabet anlayışı da budur.
Ahi birlikleri dayanışma konusunda ahlâk kaidelerine daima sadık kalmışlardır. Öyle ki, toplumdaki dayanışmayı bozacağı endişesiyle aşırı kazanç arzusu bile kesinlikle engellenmişti. Söz konusu engellemelerden dolayı, bu teşkilâtta kazancın şahsîliği prensibine bile pek rastlanmaz. Teşkilât üyesi olan esnaf ve sanatkârların kazancı tümüyle kendine ait değildir. Bu kazanç, şahsî olmaktan çok teşkilâta ait genel sermayeyi meydana getirmektedir. Teşkilâtın orta sandığında toplanan bu sermaye ile herkese dağıtılacak şekilde alet ve hammadde alınmakta, tezgâhlar kurulmakta, bir yandan da ihtiyacı olanlara yardım edilmekteydi.[243]
Rekabet ve Tüketicinin Korunması: Ahilik rekabet düşüncesine kapalı değildi. Ahi birlikleri ortaçağ Avrupa’sındaki benzerlerinden farklı olarak, daha fazla kazanmak, kaliteli ürün ve hizmet üretmek, vurgunculuk ve haksız rekabet yerine karşılıklı yardım ve sosyal dayanışma esaslarına bağlı kalmıştır. Ferdi teşebbüs, serbest kazanç, meslekî hürriyet, menfaat çatışması yerine bütün topluma hâkim bir nizam ve sosyal adalet duygusu, din ve ahlâk kaideleri üzerine kurulmuş, barışçı geleneklerle gelişen bir meslek mukaddesatı ve iş ahlâkı Ahi birliklerinin ahengini sağlamıştır.
Günümüz modern yönetim anlayışlarında kullanılan ‘müşteri odaklılık’ kavramı ile Ahilik felsefesinde kullanılan “müşteri velinimetimizdir” kavramının ifa ettikleri anlamlar eşdeğerdir.
Modern toplumlarda ve ülkemizde önemi yeni yeni kavranmaya başlayan “tüketicinin korunması” kavramı Ahiliğin temel umdelerindendi. Ayıplı mal satan veya müşteriyi bir şekilde aldatan esnaf “yolsuz” ilân edilir, ona türlü yaptırımlar uygulanırdı. Ahilik ilkelerine uygun davranmayarak ayıplı mal satan veya müşteriyi kandıran esnaflar öncelikli olarak Ahi ocağı vrya lonca içinde cezalandırılırdı. Ahi loncası tarafından verilen, ayrıntısı şecerenâmelerde görülebilecek çeşitli cezalar vardı. Esnaf, genellikle Ahi ocağı içinde çözümlenemeyen problemler için devlet kapısını aşındırırdı. Mecburiyet hâsıl olmadıkça kadıya müracaat etmek esnaf arasında bir zül olarak telâkki edilmiştir. Muhtelif arşiv belgelerinde esnafın şikâyete konu olan durumları ve bunlar hakkında uygun görülen cezalan görmek mümkündür.[244]
Ancak esnafın oto-kontrol sistemi, kadılar tarafından uygun görülen cezalarla değil, meslek loncalarının müeyyidesiyle sağlanmaktaydı.
“Sahte ve yanıltıcı reklâm” vb. usullerle haksız rekabete yol açmak zaten mümkün değildi. Çünkü bugün “yalancı reklâmcılar” diye çevirebileceğimiz” “boş yere bağırıp çağıran tellâllar” zaten Ahiliğe giremeyen, girişi kabul edilmeyen zümreler arasındaydı.
Ahilikte, esnaf ve zanaatkarlar için gereken hammadde ve malzemelerin alımı, dağıtımı, bölüşümü, kullanımı ve üretimin her evresi belli kural ve yöntemlere bağlanmıştır. Hiçbir esnaf istediği gibi mal ya da hizmet üretememektedir.[245]
Kalite ve Standardizasyon: Ahilikte her esnaf, belirli bir kalitedeki hammaddeyi kullanmak ve üretimini standartların altına düşürmeden gerçekleştirmek zorundadır. Bu konuda değişik usullere başvurmak affedilmez bir hata olarak nitelendirilmektedir. Belirli bir kalite standardının altına düşmek, ahlâkî ve vicdanî açıdan doğru kabul edilmemektedir. “Yolsuz ilan edilme” bir esnaf için hem ağır, hem de yüz kızartıcı bir suçtu. “Yolsuz” ilan edilen kişi, sanatı için gerekli olan ham maddeyi piyasadan alamaz, kimse ona mal satmaz, imal ettiği ürünü piyasaya süremezdi. Kahvelerde kabul edilmez, toplantı yerlerine giremez[246] kısacası herkes onunla irtibatını keser, kişi bir nevi sosyal tecride tâbi tutulur, yani “pabucu dama atılır”dı.
Toplam Kalite Yönetimi ve Ahilik: Ahilik teşkilâtı incelendiğinde, adına “kalite” denmese de “toplam kalite yönetimi”nin temel prensiplerini uyguladığı göze çarpmaktadır. Her şeyden önce felsefe olarak yakın benzerlik içindeki toplam kalite yönetimi ve Ahilik teşkilatındaki uygulamalar, insana bakış noktasında paralel bir düşünceye sahiptir.
İmalâtın standartların altına düşmesi, sahte malın gerçek gibi piyasaya sürülmesi hususları esnaf arasında tepkiyle karşılanırdı. Bu gibi suçları işleyenlerin dükkânları kethüdalar tarafından kapatılıyor, daha ileri gittikleri takdirde esnaflıktan ihraçlarına karar alınabiliyordu.[247]
Diğer taraftan müşteri odaklılık, amaç birliği, kalite ve standart anlayışı, denetim anlayışı, sürekli geliştirme, eğitim, liderlik ve örgütsel iletişime verilen önem ve iş ahlâkı açısından da uygulamalar birbiriyle örtüşmektedir. Bu nedenle XIII. yüzyılda Osmanlı ve Selçuklu devletlerinin iktisadî hayatına yön vermeye başlayan Ahilik sistemi, XX. yüzyılın sonlarına doğru yönetim literatüründe önem kazanan Toplam Kalite Yönetiminin bir uygulaması niteliğindedir.
Ahilikte Mal, Para ve Servet: Ahilikte mal, servet ve sadece kazanç için çalışmak hiçbir zaman kendi başına bir anlam taşımaz. Bunlar, ancak kendinden üstün bir gayenin gerçekleşmesine vasıta oldukları takdirde bir değer ifade ederler. Para kazanmayı gaye hâline getirmek Ahilik düşüncesine terstir. Çünkü, vasıta olan para, gaye hâline gelirse, gaye olan ahlâki değerler de vasıta hâline gelir ki, bu durum son derece ahlâksız bir dünya görüşünün temeli olur.[248]
İnsanlara düşük maliyetle ürerim yapma ve hizmeti sunma Ahilik kültür ve normlarından sadece bazılarıdır. Bu norm ve kültürlerin günümüzde değişik kavramlarla ifadelendirilmesi (toplam kalite, müşteri odaklı olma, öğrenen organizasyonlar, kayıt dişiliğin denetimi, etkili denetim, sermayenin dağılımı ve sirkülasyonu), yeni yaklaşımlarla bunların yeniden değerlendirilmesi açısından önemli ve yararlı olmaktadır.[249]
Ahilik teşkilâtının vazgeçilemez temel değerlerinden olan “hizmette mükemmellik” ise asırlarca bütün hizmet çeşitlerinde kullanılmış, bilhassa üretimde kalitesizliğe müsamaha edilmemiş ve kalitesiz mal üretenin meslekten ihraç edilmesine yol açmıştır. Eğer Ahiliğin bu özelliği günümüz kalite sistemlerine uygulanabilirse üretimde mükemmeli yakalamak da mümkün olabilir.[250]
Modern kentleşme politikalarında yerleşim alanlarının sanayi ve diğer alanların ayrıştığı ve kendilerine mahsus yerlerde faaliyet yaptıkları kent yerleşim modelleri oluşmaktadır. Ahilik sisteminde kalite ve standardizasyon ön planda idi. Belli mal ve hizmetleri üreten, sunan esnaf veya işletmeler aynı çarşıda ya da yakın terlerde faaliyetlerde bulunurlardı. Aynı yerde faaliyette bulunma hem rekabeti hem de tüketiciye istediği malı optimal düzeyde daha ucuza sunabilme imkânlarını da beraberinde getirmektedir.
Modern çağın bir buluşu sanılan aynı iş kolunda çalışanları bir araya toplayan “siteler” bizzat Ahi Evran tarafından XIII. yüzyılda oluşturulmuştu. Ahi Evran Kayseri’de bir deri imalâthanesi kurmuş, ardından bütün dericileri ve diğer sanatkârları içine alan devrin en büyük bir sanayi sitesinde toplamıştır. Her sanat dalındaki birliklerin bir araya toplandığı bu siteler Anadolu’nun diğer şehirlerine de hızla yayılmıştır. Ahi Evran, sanayi sitelerini takiben aynı meslekte faaliyet gösteren esnaflardan meydana gelen çarşılar ve hanların kurulmasına öncülük etmiştir. Bu, günümüz dünyasında ticarî ve ekonomik bakımdan önem ve gereği henüz anlaşılmaya başlanan bir uygulamadır.
II.14. AHİLİK VE KIRŞEHİR
Kırşehir, Ahilik tarihinde çok ayrı ve özel yeri olan bir şehirdir. Bu ayrıcalık, hiç kuşkusuz Ahi Evran hazretlerinin hayatının önemli bir bölümünü Kırşehir’de geçirmesi, Kırşehir’de vefat etmesi ve yine aynı yerde medfun bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Ahi şecerenâmeleri hakkında bilgi verirken şecerelerde Ahi Evran’ın “Anadolu’ya ayak basınca hiçbir yere yerleşmeyip Kırşehir’e geldiği”nin özellikle vurgulandığına değinmiştik. Anadolu’da Kayseri, Konya ve Denizli’de de belli müddetler kaldığını bildiğimiz Ahi Evran, yine şecerenâmelerde ona biçilen “bütün İslâm ülkelerine fütüvveti yaymak” misyonu gereği[251] muhtelif zamanlarda Anadolu’da başka şehirlerde de bulunmuş olmalıdır. Buna rağmen Ahi şecerelerinde “Hiçbir yerde karâr itmeyüp Kırşehri’nde kâr-hâne bina itdiler.” v.b. ibarelerin yer alması, esnaf arasında, özellikle de debbâğ esnafı nezdinde Kırşehir’in özel yeri ve Kırşehir’e verilen önemin bir ifadesidir.
Şecereler dışında tarihî vesikalar da Kırşehir’in Ahilik ve Türk esnaf teşkilâtı tarihinde ne denli önemli bir konumda olduğunu belgeler niteliktedir. “Ahi Evran Zaviyesinin esnaf teşkilâtı üzerindeki nüfuzunun, bilhassa Anadolu, Rumeli, Bosma ve hatta Kırım’daki esnaf teşkilâtı tarafından tanındığı anlaşılmaktadır.”[252]
Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bulunan iki belge de Ahi Evran evlâdından olan Ahi Evran Zaviyesi şeyhlerinin memleketin neresinde olursa olsun bütün esnafın ve debbâğ esnafının tabiî şeyhi kabul edildiği ve bunun devletçe de onaylandığının göstergesidir.
Bu belgelerin biri 9 Cemâziyelevvel 1197 (12 Nisan 1783) tarihli olup Ahi Baba, kethüda, üstâd, yiğitbaşı ve halîfelerin icazet ve inâbetlerinin de öteden beri Ahi Evran Zaviyesi şeyhi tarafından yapıldığı, bu törenler sonunda Ahi Evran Zaviyesi’nin türlü masraflarında kullanılmak üzere aidat ödenmesin de âdetten olduğunu göstermektedir. Ahi Evran Zaviyesi zaviyedarı olan Şeyh Hafız Mehmed’in, geleneğe rağmen bundan habersiz bazı kimselerin bu gidişata müdahale ettiklerinden şikâyetle bunların önlenmesi için yeniden berat istediği kaydedilmektedir. Belgede, yapılan inceleme neticesinde talebin uygun olduğu görüşü de ifade edilmektedir.[253]
Hemen hemen öncekiyle aynı mevzuda olup bunun da başındaki “Medîne-i Kırşehrî’de vâki’ Ahi Evren-i Velî kuddise sımhu’l-celîlin zâviyedârlığına mutasarrıf olanların ebâ ve ecdadı memâlik-i mahrûsemde vâki’ ehl-i sanayi’ ve debbâğ esnafının şeyhleri olup…” ibaresinden Kırşehir zaviye şeyhinin bütün hırfet ehlinin başı kabul edildiği vurgulanmaktadır.
Bir takrir sureti olan 2 Cemâziyelâhir (12)58 (11 Temmuz 1842) tarihli söz konusu belgede Kırşehir’de bulunan Ahi Evran Zaviyesi’nden Şeyh Musa Efendi’nin Bâb-i âlîye takdim ettiği bir arz-ı hâlle bu gelenekten habersiz bazı kimselerin bu aidatları vermek konusunda itiraz ettikleri hatta kethüda, yiğitbaşı, halife tayini gibi tamamen Ahi Evran Zaviyesinin uhdesinde olan atamaları dahi yaptıklarından bahisle, bu hususa müdahale edilerek düzeltilmesi ve ellerinde iken zayi olan beratlarının yenilenmesi talep edilmektedir.[254] Bu belgede de arz-ı hâldeki bu talep müspet ve haklı bulunmuştur. Gerçekten de Kırşehir Müzesi’nde bu hususta 3 Zi’lka’de 1238 (12 Temmuz 1823) tarihli bir berat mevcuttur:
“… Esnâf-ı ma’lûmenin Ahibaba ve yiğitbaşı ve kethudâlarıyla usta ve şâkirdlerinin nasb ve icazetleri (?…) ma’rifetiyle icra olunmak üzere bi’t-tevcih yedine berât-ı ‘âlî i’tâ olunmak babında cânib-i Nezâret-i Evkâf-ı Hümâyûnumdan… “[255]
Berât-ı pâdişâhı ile alınan bu aidatlardan başka söz konusu törenlerde Kırşehir Zaviye şeyhine hediyeler de sunulmakta idi. Bütün bu gelirler, Kırşehir’de XIII. yüzyıldan itibaren mevcut olan Ahi Evran vakıflarının gelirleriyle birlikte zaviye için iyi bir gelir kaynağı olmaktaydı.[256]
Kırşehir Ahi Evran Zaviyesi Ahibabasının, yolsuzluğu sabit olan bir debbağlar Ahibabasını azledip yerine başka birini tayin ettiğine dair berat[257] ve benzeri birçok bilgi ve belge mevcuttur.
Kırşehir’in bu özellik ve ayrıcalığı zaman zaman ciddi tartışma ve şikâyet konusu yapılmış, başka vilayetlerdeki bazı esnaf, Kırşehir Ahi Evran tekkesi zaviyedarının yetkisini aşarak makamını suiistimal ettiğine dair şikâyetlerde bulunmuşlar,[258] bazen de yukarıdaki belgelerde görüldüğü üzere tam tersine Ahi Evran zaviyesinden padişaha, esnaftan bazılarının zaviyeye destek vermeyi reddettiklerine dair şikâyetler vuku bulmuştur.
Kırşehir Ahi Evran Zaviyesi şeyhinin öteden beri, genelde bütün esnafın, özellikle de debbâğ esnafının temsilcisi konumunda olduğu gibi hatta memleketin her yerinde XIX. yüzyıl sonlarına kadar derici esnafının dükkan açma ve hatta kapatma yetkisinin de Kırşehir’deki şeyhin (Ahibaba) elinde olduğu anlaşılmaktadır.[259]
XIX. yüzyılda Ankara’da zanaatlarına yol ve erkân saygısıyla büyük bağlılık gösteren tabak (debbâğ) esnafı, Kırşehir’deki pirlerine dinî bir saygı göstermekteydiler. Yeni Ahibaba seçimi gerektiğinde Kırşehir’den pirleri Ahi Evran evladından biri gelip esnafın seçtiği zatı uygun görürse tastik ederdi. Kırşehir’den her memleketteki Ahibaba’ya fütüvvetnâme esaslarından bahseden bir “icazetname” gönderilirdi. Uzun bir kâğıda yazılmış olan bu kitabe, bükülü hâlde yeşil bir kap içinde saklanır, yılda bir kere camide okunup dinlenirdi.[260] M. Şakir Ülkütaşır’ın ifadesine göre Ankara esnafı arasında “ketebe” diye anılan bu icazetnamelerdeki kurallara esnaf çok riayet ederdi. Yine Ülkütaşır’a göre bu gelenek XX. yüzyılın başlarında tamamen terk edilmiştir.[261]
Kırşehir Ahi Evran zaviyesi Ahibabasının bu önemli fonksiyonu debbâğ esnafı arasında XX. asır başlarında dahi icra ettiği görülmektedir. Sözgelimi bu dönemde Muğla’da hâlâ canlılığını koruyan bir debbâğ teşkilâtı olduğunu ve şed kuşanma törenlerinin Kırşehir’den iki, üç veya yedi yılda bir gelen ve halkın “eroğlu” dediği Ahi Evran Zaviyesi şeyhi tarafından yapıldığını da biliyoruz.[262]
Kırşehir, bugün için de Ahilik için önemli bir merkez konumundadır. Kırşehir’i Ahilik kültürü için önemli kılan faktörleri şöyle sıralayabiliriz:
- Temel faktör hiç şüphe yok ki Ahi Evran ‘ın zaviyesi ve kabrinin Kırşehir’de bulunmasıdır.
- Ahi Evran’a ait olduğu ifade edilen sancak da bugün Kırşehir Müzesi’nde teşhire açık durumdadır. Işık v.b. etkilerle solarak zamanla sarıya çalan bir renk almış sancağın, hayli eski olması hasebiyle Ahi Evran dönemine ait olması kuvvetle muhtemeldir. Her Ahilik Haftası kutlamalarında yerinden alınarak korteje çıkarılan sancak, Kırşehir Valisi Sayın M. Lütfullah Bilgin’in talimatlarıyla birebir kopyası yaptırılmak suretiyle tamamen fersude olmaktan kurtarılmıştır.
- Kırşehir Müzesinde, Ahilikle ilgili iki ferman, bir berat, dört Arapça vakfiye, biri Farsça olmak üzere altı adet Ahi şecerenâmesi bulunmaktadır. Bu belgeler, Ahilikle ilgili araştırma yapmak isteyenlerin bir arada bulabilecekleri bir hazine değerindedir.[263]
- Her yıl Ekim ayının ikinci haftası Kültür ve Turizm Bakanlığının başkanlığı altındaki bir kurulun organizesiyle Ahilik Kültürü Haftası olarak kutlanmaktadır. Yönetmelik gereği “Kırşehir, bu iller arasında daima yer alır.” Her yıl bu haftanın son iki günü Ahilik ve Esnaf Bayramı adı altında Kırşehir merkez olmak üzere, esnaf arasında 40 yıldır Türkiye çapında kutlanmaktadır.
- Kırşehir’de 2003 yılında Gazi Üniversitesine bağlı olarak kurulan ve l Mart 2006 tarihinde Ahi Evran Üniversitesinin kuruluşuyla bu üniversite çatısı altında faaliyetlerini sürdüren Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi bulunmaktadır. Bu Araştırma Merkezi, Türkiye’nin Ahilik üzerine çalışan tek bilimsel kuruluşudur. Geçen süre zarfında, kitap ve dergi yayını; konferanslar, paneller, sempozyumlar düzenlemek gibi birçok faaliyete imza atarak alan çalışmalarına ciddi katkı sağlayan Merkez, “Ahilik belgeseli CD’si”, tiyatro gösterileri, seri konferanslar gibi çalışmalarla da Ahiliğin Türkiye çapında tanıtılmasına gayret sarf etmektedir.
Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi, aynı zamanda Ahilik Haftası Kutlamaları Yürütme Kurulu üyesidir.
Tarihten gelen bu özel ve ayrıcalıklı konumuna rağmen Kırşehir’in bugün Ahilikle yeterince hemhal olduğu söylenemez. Geçmişte ilçe yapılarak uzun yıllar kalkınma imkânından mahrum bırakılan Kırşehir’de Ahilik gelenekleri diğer bütün illerin ötesinde yaşanmalı, canlı tutulmalıdır. Bu nitelikler Kırşehir’in genlerinde vardır. Elinizdeki çalışmanın sonunda bütün insanlığın kurtuluş reçetesi olarak takdim ettiğimiz bu “eşyayı yenen insanlık sanatı”nın Türkiye’ye ve dünyaya takdimi Kırşehir odaklı olmalıdır.
Ahiliğin bütün dünyada tanınmasının, bir değerler sistemi olarak insanlık âleminin önüne yeniden sunulmasının çıkış mahfeli Kırşehir’den başka bir yer olamaz. Bunun için il bazında yapılacak çalışmalar istenen ve beklenen sonucu vermeyecektir. Konunun bir devlet politikası olarak benimsenip Kırşehir merkez olmak üzere âdeta bir Ahilik seferberliği başlatılması gerekir. Bunun ilk adımı da her yıl yapılan ama pek de parlak geçtiği iddia edilemeyecek olan Ahilik Haftası kutlamalarının hükümetlerce -benzeri diğer törenler gibi- öncelikli önem atfedilen programlar arasına alınmasıyla atılmalıdır. Şu hâlde evvel emirde, Mevlânâ törenlerinin merkezi nasıl Konya; Hacı Bektaş şenliklerinin yeri Hacıbektaş ilçesi ise Ahilik Haftası kutlamalarının ana karargâhı da Kırşehir yapılmalıdır.[264]
Ahilik, şüphesiz bütün Türklüğün, hatta taşıdığı cihanşümul değerlerle topyekün insanlığın malıdır. Fakat bu insanlık sanatı, bütün dünyaya yüzünü tarihteki yerine uygun olarak Kırşehir penceresinden göstermelidir.
SONUÇ OLARAK ;
Modernizm hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın, teknoloji hangi sınırları zorlarsa zorlasın, çağın adı atom çağı, uzay çağı, bilgi çağı, güç çağı… ne olursa olsun, “insan” olgusu var oldukça değişmeyen, değişmesi mümkün olmayan değerler vardır. Bu değerler manzumesi şu veya bu din, o veya bu millet, şuradaki veya buradaki devlet farkı olmaksızın topyekün insanlığın müşterek değerleridir. Dürüst olmak, çevreye faydalı olmak, iyi huylu olmak, doğru sözlü olmak, âdil olmak, munis ve merhametli olmak gibi insanî vasıflar; hürriyet, adalet, eşitlik gibi sosyal kazanımlar bu değerler manzumesinin ilk çırpıda akla gelen unsurlarıdır. Zamanın, ortamın ve türlü şartların tesiriyle bu değerler kimi devirlerde zayıflayabilir, hatta toplum nezdinde değersiz ve gereksiz şeyler olarak algılanmaya da başlanabilir. Bu durum, o değerlerin işlevini yitirdiğinin değil, o zihniyetteki toplumlarda bir sorun olduğunun göstergesidir.
İşte insanı insan, toplumları üstün yapan bu artı değerler sistemi, hem bir yapılanma modeli, hem de bir inanç ve kabuller sistemi olarak Ahilikte karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzdendir ki Ahilik, müşterek Şark-İslâm medeniyetinde yeşeren, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun her bir tarafında sevgi ve sempati odağı olmuş, bütün çağdaş ve uygar milletlerin/devletlerin benimsemesi gereken “insan” odaklı cihanşümul prensipler manzumesinin adıdır.
Günümüzün yükselen değerlerinin önemli bir kısmının ö/ünde Ahiliğin temel ilkeleri yatmaktadır. Tüketici haklan, sivilleşme, kooperatifçilik, çeşitli meslekî kuruluşların varlığı gibi kavramları Batı’ya aktaran birikim, Ahilik kültürüdür. Ne var ki, bütün bunların yüzyıllar sonra bize dönüşü Batı kisvesine bürünmüş bir hâlde olmuştur. Fakat öz değerlerine yabancı sözde aydınlarımız, “Onlarda ne varsa iyidir.” düşüncesinden hareketle bahsettiğimiz bu değerlere sarılırken, varisi oldukları değerlere arkalarını dönmüşlerdir.
Ahilik gerek yapılanma modeli, gerekse inanç ve değerler sistemi bakımından çok yönlü bir yapı arz eder. Ahiliğin bu cephelerini, başka bir ifadeyle kaynak ve işlevlerini kabaca dinî-tasavvufî, siyasî-askerî, sosyal, kültürel cepheler olarak sınıflandırabiliriz. Ahilikte şüphesiz din ve tasavvuf çok önemli iki öğe konumundadır. Hatta denilebilir ki, Ahiliğin inanç ve kabuller sistemi aslında dinî prensiplerden başka bir şey değildir. Fakat bütün bu tesirler, Ahilik yapılanmasını bir dinî kurum yada tarikat kabul etmeye kifayet etmez.
Ahîlik, ferde yönelik öğüt ve yaptırımları da bulunmakla birlikte esas itibariyle “ferdî” değil, “içtimaî”dir. Çekememezlik ve dedikodudan kaçınmak, cömert, şefkatli ve merhametli olmak herkese iyilik yapmak ve iyiliklerini istemek vs. gibi onlarca prensip, esasta ferdî olmaktan ziyade içtimaî, yani toplum hayatım düzene sokucu mahiyette düsturlardır. Fakat bu içtimaî oluşta ne kişi topluma, ne de toplum kişiye ezdirilmiştir. Ahiliğin sosyal dayanışma ruhu sayesinde, “… devletin hiç bir tesiri olmadan; şehir esnafı ve halkı, kendi kendisini idare ediyor, en küçük bir suistimal, yolsuzluk ve ananeye aykırı harekete fırsat verilmiyordu.”[265] İşte esas olan da budur. Osman Turan hocanın “halkın kendi kendini idare etmesi” şeklinde tarif ettiği her türlü hırsızlık, yolsuzluk, düzensizlik ve anarşiden soyutlanmış, ezen ve ezilenin olmadığı dört başı mamur bu yapılanma Yeni Dünya Düzeni’nin de kayda değer bir alternatifi konumundadır.
Ahilik, kurum olarak tarihe mal olmuş diğer birçok kurum ve zihniyet gibi işlevini tamamlamış ve devrini kapatmıştır. Ne var ki Ahiliğin toplumlar ve devirler üstü prensipleri, zaman zaman revaçtan düşse de asla ölmez prensiplerdir. Sadece ferdî kemâle erme noktasında değil, gerek devletlerin kendi bünyelerindeki, gerekse uluslararası düzeyde toplumsal barışın sağlanmasında Ahilik prensipleri çok ciddî ve göz ardı edilmemesi gereken bir “model” konumundadır.
Bu itibarla Ahilik, yalnızca Türk insanının değil, bütün dünya toplumlarının örnek alması gereken bir insanlık ve ahlâk sistemidir.
( M. FATİH KÖKSAL )
[1] Meselâ İlhan Şahin, onun çalışmalarını kastederek “Ahi Evran’ın hayatı ve faaliyetleri hakkında son zamanlarda yapılan bu araştırmalar ve kendisine izafe edilen eserler, dayanılan kaynakların iyi bir tenkit süzgecinden geçirilmemiş olması sebebiyle ihtiyatla karşılanmalıdır.” derken Ahmet Yaşar Ocak, “Özellikle Ahi Evren’in tarihî şahsiyeti ve ona izafe ettiği eserler konusunda ileri sürdüğü fikirlerini bize göre spekülâsyon safhasından ileri götürüp bilimsel olarak temellen-dirememiştir.” demektedir. Bkz. İlhan Şahin, “Ahi Evran”, TDV İslâm Ansiklopedisi, CI (1988), s. 530; Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirel Bir Bakış”, J. Uluslar Arası Ahilik Kültürü Sempozyum Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996, s. 132.
[2] Halil İnalcık, “Ahilik, Toplum, Devlet”, I. Uluslar Arası Ahilik Kültürü Sempozyum Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996, s. 189, 3. dipnot.
[3] Birer örnek olmak üzere bkz. Neşet Çağatay, “Anadolu’da Ahilik ve Bunun Kurucusu Ahi Evren”, TTK Belleten, S. 182 (1982), s. 423-436; Sadettin Kocatürk, “Fütüvvet ve Ahilik”, XX. Ahilik Bayramı Kongresi, Kırşehir 1984, s. 17-39.
[4] Bayram’ın Ahi Evran’ın hayata ve eserleriyle ilgili çalışmalarından bazıları: “Ahi Evren Kimdir? Gerçek Şahsiyeti ve Eserleri”, Türk Kültürü, S. 191 (1978), s. 658-668); “Baba İshak İsyanının Gerçek Sebebi ve Ahi Evren İle İlgisi”, Diyanet Dergisi, C. 28, S. 2 (1979), s. 69-78; “Ahi Evren’in Öldürülmesi ve Ölüm Tarihinin Tespiti”, İÜ Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 12 (1982), s. 521-540; Ahi Evren – Tasavvufi Düşüncenin Esasları, TDV Yay., Ankara 1995. vd.
[5] Bununla birlikte, Ahi Evran’ın hayatı bahsinde yazarın bizde tereddüt oluşturan kimi tespitleri üzerinde düşüncelerimizi ve tereddüt gerekçelerimizi belirtirken, bu değerli bilim adamının Türk kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan Ahi Evran – Mevlânâ mücadelesi ile Ahi Evran’la Nasreddin Hoca’run aslında aynı kişi olduğu gibi tezlerine, ilmî dayanaklarını yetersiz gördüğümüz için bu hacmi sınırlı çalışmada yer verilmemiştir.
[6] Ahi Evran’dan başka Abdal Musa ve Geyikli Baba gibi büyük evliyaların doğduğu yer olan Hoy, İran Azerbaycanı’nda Tebriz’in 110 km kuzeybatısında ve Van’ın Özalp ilçesinin 60 km doğusunda Türkiye sınırına yakın bir kasaba olup IV. Murat devrinde Osmanlı topraklarında katılmıştır.
[7] Kırşehir Müzesi’ndeki 7 numaralı Ahi şeceresinde “Toksan üç yaşında dâr-fenâdan dâr-ı bekaya teşrif buyurdılar.” denirken Kerâmât-ı Ahi Evran’da
Toksan üç yıl dünyada oldı tamâm Ne helâl öninde geçdi ne haram
beyitleri yer almaktadır. Bkz. Franz Taeschner, Ein Mesnevi Gulschehris Auf Achi Evran, Hamburg 1930, s. 2.
[8] Kerâmât-ı Ahi Evran’ın Gülşehrî’ye aidiyeti konusuna ileride temas edilecektir.
[9] Meselâ bkz. Kırşehir Müzesi 5, 7, ve 9 numaralı Ahi şecerenâmeleri; Mustafa Sucu, Ahi Ocakları ve Bir Ahilik Belgesi, Malatya, tarihsiz, s. 15; Muharrem Bayar, “Arşiv Vesikalarına Göre Bolvadin’de Ahilik Teşkilâtı ve Bir Ahi Şeceresinin Tanıtımı”, G. Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C. l, Kırşehir 2005, s. 147.
[10] “Ahi” kelimesinin kökeni üzerindeki görüş ayrılıklarına çalışmamızın “Ahilik” bölümünde yer verilecektir.
[11] Araştırmalarımız arasında dikkatimizi çeken bir nokta da şu olmuştur: Kelimenin “Evren” olması gerektiğine inanan bir kısım bilim adamları ve araştırmacılar, orijinalinde “Evran” şeklinde yazılı metinleri dahi “Evren” olarak nakletmişler; aynı şekilde “Evran”ın doğru olduğuna kanaat getiren bazıları da “Evren” yazılı belgeleri “Evran” imlâsıyla transkribe etmişlerdir. Bu yaklaşımların tarihi ve bilimi yanıltıcı, ilmî olmaktan uzak tavırlar olduğunu ifadeye herhalde gerek yoktur ama maalesef bu sıkça yapılmıştır ve yapılmaktadır.
[12] Başka konularda olduğu gibi, Mikâil Bayram’ın bu adı Ahi Evren olarak yazmasına da mübalağalı itirazlar, hissî tepkiler olmuştur. Meselâ Refik Soykut’un, Bayram’ın “Evren” imlâsındaki ısrarını Bulgarlar’ın o günlerde Türklerin isimlerini zorla değiştirmelerine benzetmesi ilginçtir. Bkz. Refik H. Soykut, “Ahi Evran hakkında İki Bildirinin Anatomisi”, Türk Kültürü ve Ahilik XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri (13-15 Eylül 1985 Kırşehir), İstanbul 1986, s. 174, 1. dipnot.
[13] Hasan Üçok’un bildirdiğine göre Çankırı’daki söyleniş şekli de “Ervan” imiş. bkz. Hacışeyoğlu Hasan Üçok, Çankırı Tarih ve Halkiyatı, Okuyan Adam Yayınları, Ankara 2002, s. 35.
[14] Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmet Günşen, “Ahi Evran Adının Anadolu Ağızlarında ve Coğrafyasında Kazandığı Farklı Anlam ve Şekiller”, II. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay, Ankara 2007, s. 229-266.
[15] Mikâil Bayram, Ahi Evran – Tasavvuf! Düşüncenin Esasları, TDV Yay, Ankara 1995, s. 16.
[16] Bayram, a.g.e., s.17
[17] Bayram, a.g.e., aynı yer.
[18] Birçok şecerenâmede kayıtlı olan Ahi Evran’ın 830 (1427) tarihinde Anadolu’ya geldiği bilgisinin doğru olmadığı açıktır. Ahi Evran’in yaşadığı dönemden yaklaşık iki asır sonraya tekabül eden bu tarihi belki şöyle yorumlamak mümkündür: Eski yazıda kullanılan rakam sisteminde 6 ve 8 şekil olarak birbirine çok benzer. Muhtemeldir ki, bu şecerenâmelere kaynaklık eden esas nüsha(lar)daki 630 sayısı yanlışlıkla 830 olarak geçmiş, sonraki şecere düzenleyicileri de zühul ile bu yanlış bilgiyi aktara gelmişlerdir. Ancak bu tarih de Mikâil Bayram’ın öne sürdüğü 602 (1205) tarihiyle çelişmektedir.
[19] Mikâil Bayram, Ahi Evran’ın Evhadüddîn Kirmânî’nin kızı Fatma Bacı ile evliliği konusunu kendi ifadesi ile “bazı karineler”le ortaya çıkarmaktadır. Bu karineler; Ahi Evran’ın Anadolu’ya Evhadüddîn Kirmânî’yle beraber gelmesi, Kirmânî’nin Kayseri’deki evinin Debbağlar Çarşısı’ndaki mescid ve zaviyeye bitişik bulunması (Ahi Evran’ın o çarşının pîri ve kurucusu olduğundan hareketle) ve nihayet Ahi Evran ile Evhadüddîn Kirmânî arasında “şeyh ve mürit veya talebe-hoca münasebetini aşan bir yakınlık bulunduğunun belli olması” dır. Sayın Bayram, bu karineler ve tespit ettiği yakınlığı şu hükme bağlar: “Bu yakınlık ancak damad ve kayınpeder yakınlığı olabilir.” Bkz. Mikâil Bayram, Baciyân-ı Rum, Konya 1987, s. 17-24; aynı yazar, Şeyh Evhadüddîn Hamla el-Kirmânî ve Evhadiyye Tarîkati, Konya 1993, s.50-56. Bu “karine”ler dışında ne Evhadüddîn Kirmânî, ne Ahi Evran, ne de Fatma Bacı’dan bahseden kaynaklarda böyle bir evlilikten söz edilir. Sayın Bayram’ın bu hususu yazmasından sonra Ahi Evran’la ilgili olarak yapılan neredeyse bütün neşriyatta bu evlilik tekrar edilegelmiştir. Dayanaklarını doyurucu bulmadığımız bu konuyla ilgili olduğunu düşündüğümüz bir metne dikkat çekmek istiyoruz. Kerâmât-ı Ahi Evran mesnevisindeki şu iki beyti dikkatle okumamız gerekir:
Toksan üç yıl dünyada oldı tamâm
Ne helâl aninde geçti ne haram
Gorilini avret odına yakmadı
Kimsenün ağzın yüzine bakmadı
Bu iki beyit bize önemli bilgiler vermektedir. Bu ifadeler, sıradan bir insan için söylenmiş olsa belki “kadınlarla münasebete girip günah işlemedi.” anlamı çıkarılabilir. Ancak burada veliyyullahtan bir zâtın kerametleri anlatıldığına göre herhalde kastedilen bu olmamalıdır. Bir velinin zaten böyle bir günah işlememesi meziyet sayılamaz. Bu metni biz “Ahi Evran’ın evlenmediği” şeklinde yorumluyoruz.
[20] Mikâil Bayram, Ahi Evren – Tasavvufî Düşüncenin Esasları, TDV Yay, Ankara 1995, s. 19.
[21] Bu olay Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde de birtakım kerametlerle birlikte geçmektedir ki ileride değinilecektir.
[22] Geniş bilgi için bkz. “Mikâil Bayram, “Sadru’d-din Konevi ile Ahi Evren Nasru’d-din Mahmud’un Mektuplaşması”, S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 2 (1983), s. 51-75.
[23] Bu katliamın şiddeti ve tafsilatı Müsâmeretü’l-ahbâr’da kayıtlıdır. Bilgi için bkz. Mikâil Bayram, “Ahi Evren’in Öldürülmesi ve Ölüm tarihinin Tespiti”, ÎÜEF Tarih Enstitüsü Dergisi, C. 12 (1981-1882), s. 521-540, (bkz. s. 532, 47 numaralı dipnot).
[24] Franz Taeschner, Ein Mesnevi Gulschehris Auf Achi Evran, Hamburg 1930, s. 5.
[25] Bayram, a.g.m., s. 524.
[26] Bayram, a.g.m., s. 525.
[27] Baki Yaşa Altınok, “Yeni Vesikalar Işığında Ahi Evran Vel’i ve Arkadaşlarının Sürgün ve Şehit Edilmesi”, G. Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu, 12-13 Ekim 2004, Kırşehir, s. 63-77. Bu önemli bildiriden ileride de bahsedilecektir.
[28] Altınok, a.g.m., s. 72.
[29] Baki Yaşa Altınok, “Hacı Bektaş Veli Hakkında Yazılmış Bir Menakıbnâme ve Bu Menakıbnâmede Belirtilen Anadolu’daki Alevi Ocakları,” G. Ü. Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S. 27 (Güz 2003), s. 177-194.
[30] Faruk Sümer, Yabânlu Pazarı -Selçuklular Devrinde Milletlerarası Büyük Bir Fuar-, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., İstanbul 1985, s. 20 vd.
[31] Baki Yaşa Altınok, “Selçuklu Ekonomisinde Yabânlu Pazarı ve Bu Pazar’ın Kurulmasında Ahi Evran’ın Rolü”, II. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay, Ankara 2007, s. 12.
[32] Aslında çok eski olan bu bilgiyi “yeni” olarak nitelememiz, “yeni” tespit edilmiş olmasından dolayıdır. Elinizdeki kitapla eş zamanlı basılacağını ümit ettiğimiz Kırşehir Müzesi’ndeki Ahilik Belgeleri adlı çalışmamızda (Yard. Doç. Dr. Hasan Karaköse, Yard. Doç. Dr. Orhan Kurtoğlu ve Ar. Gör. Özer Şenödeyici ile birlikte) yer alan Arapça Ahi Evran Zaviyesi Vakfiye-sindeki bu bilgiler kitabımızın ilk baskısında olmadığı gibi ilk defa burada ortaya konan çok önemli bir tespittir.
[33] Mikâil Bayram, Ahi Evren – Tasavvufi Düşüncenin Esasları, TDV Yay., Ankara 1995, s. 56-113. Ahi Evran’in eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Bayram, a.g.e.
[34] Mikâil Bayram, Ahi Evran – İmânın Boyutlar (Metâli’u’l-îmân), Cihan Ofset Matbaası, Konya 1996.
[35] Mikâil Bayram, Ahi Evren – Tasavvufî Düşüncenin Esasları, TDV Yay, Ankara 1995.
[36] Kırşehir Müzesinde biri Farsça olmak üzere 6 Ahi şecerenâmesi bulunmaktadır. Aslında Kırşehir Müzesi’ndeki şecerelerin demirbaş numaraları yoktur ve Müze yetkilisinin bildirdiğine göre hukuki bazı konulardan dolayı Ahilikle ilgili bu son derece önemli belgelerin envanter kayıtları da bulunmamaktadır. Bizim bu kitapta sözünü edeceğimiz şecere numaralan, Kırşehir Valiliği’nin Müzedeki bütün belgelerin yayımı projesi çerçevesinde görev tevdi ettiği bizim de içinde bulunduğumuz komisyonca alınan fotoğraflara verdiğimiz numaralardır. Yekunu 13 adet bu belgelerin bir kısmı ferman, berat ve vakfiyedir.
[37] Osman Şevki Uludağ, “Ahi Evran (Peştamal Kuşatma), Çalışma Dergisi, S. 8 (1946), s. 56-57; Bayar, Muharrem, “Arşiv Vesikalarına Göre Bolvadin’de Ahilik Teşkilâtı ve Bir Ahi Şeceresinin Tanırımı”, G.Ü.l. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 129-161; H. Ferhat Ecer, Arif Yıldırım, “Ahi Birlikleri ve Bir Belge”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S. 53 (1988), s. 171-181.
[38] M. Fatih Koksal, “Kırşehir Müzesi’ndeki Ahi Şecerenâmeleri”, II. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – ‘Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2007, s. 317-318.
[39] Koksal, a.g.m., s.318.
[40] Ahi Sinan Şecerenâmesi’nin metni, şecere ve sahibi hakkında bilgilerle birlikte doktora tezi olarak çalışılmıştır: Mehmet Ali Hacıgökmen, Ahi Sinan bin Ahi Mes’ûd ve Şecere-nâmesi, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE, Konya 2001.
[41] Köksal, a.g.m., s. 320.
[42] Sadi Bayram, “Ahilik ve Bir Ahi Şeceresi”, TTK Belleten, S. 222 (1994), s. 305.
[43] Franz Taeschner, Ein Mesnevi Gulschehris Auf Achi Evran, Hamburg 1930.
[44] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Cev.: Yıldız Moran, e Yayınları, İstanbul 1994, s. 347.
[45] Gülşehrî, Mantıku’t-tayr (Tıpkıbasım), Ön sözü Hazırlayan: A. Sırrı Levend, TDK yay., Ankara 1957, s. 12.
[46] Gülşehrî, a.g.e., (A. Sırrı Levend’in ön sözü), s. 12.
[47] Bazı nüshalarda “hâcesi”.
[48] Kimi şecerenâmelerde “iki Ahi Evran” olduğundan bahsedildiğini belirtmiştik. Buradaki “ikinci Ahi Evran” sözünden kastedilen de aynısıdır.
[49] Gülşehrî, a.g.e., (A. Sırrı Levend’in ön sözü), s. 14.
[50] Abdülbaki Gölpınarlı, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C.ll, S. 1-4 (1949-1950), s. 96-97.
[51] Kemal Yavuz, Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşen-nâme) -Metin ve Türkiye Türkçesine Aktarına-, Kırşehir Valiliği Yay., Ankara 2007.
[52] Aziz Merhan, Die ‘Vogelgesprache’ Gülşehris und die Anfange der türkischen Literatür, Gottingen, 2003.
[53] Aziz Merhan, “Ahi Evran ve Şair Gülşehrî”, Ahilik Araştırmaları Dergisi, C.l, S.l (Yaz 2004), s. 93-103.
[54] Bizim bu konudaki kanaatimiz, eserin Gülşehrî’ye ait olma ihtimalinin hiç de zayıf olmadığı yönündedir. Başlı başına bir yazı konusu olabilecek genişlikteki bu meseleyi ileride ayrıca değerlendirmeyi düşünüyoruz.
[55] Taeschner, a.g.e., s. 1-5.
[56] Daha sonraki beyitlerde sabahı Mekke’de, öğleyi Şam’da, ikindiyi Medine’de, akşamı (zımnen) Urfa’da, yatsıyı tekrar Mekke’de Kabe’de kılıp geri şehrine döndüğünden bahsedilir (30-35. beyitler)
[57] Baki Yaşa Altınok, “Yeni Vesikalar Işığında Ahi Evran Velî İle Arkadaşlarının Sürgün ve Şehit Edilmesi” G. Ü. J. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004 Kırşehir), Kırşehir 2005, s. 63-77.
[58] Aruzun fâüâtün fâilâtün failim kalıbıyla yazılan bu şiirde çok fazla vezin kusurları olduğu görülüyor. Müellifin elinden bu kadar vezni bozuk bir metin çıkması küçük bir ihtimaldir; muhtemelen müstensihler elinde zamanla bozulmuştur. Şu hâlde bu mesnevinin daha sağlam yazılmış başka nüshalarının da mevcut olması gerekir.
[59] Bu mısradaki vezin bozukluğu ancak mısraın başındaki “Ahi Evran” kelimesinin “Ah’ören” okunuşuyla düzelmektedir. Türkçenin ses yapısı bu okuyuşa uygundur.
[60] Bu beyit Şeyh Edebalı’nın Ahi Evran’la münasebetini ortaya koyduğu gibi Edebalı’nin Kırşehir’le Mucur arasındaki İnaç köyünden olduğu ve Bahşeyh’e oradan gittiği tezini ispatlayan önemli bir vesika değerindedir.
[61] Siy: etek anlamında eski Türkçe bir kelimedir.
[62] Menâkıbların tarihî olayların ve kişilerin hayatlarının aydınlatılmasında ne derece yararlanılabilir ve güvenilebilir eserler olduğu tartışılabilir. Ancak bu konuda değişmemesi gerekenin “objektiflik” olduğu tartışma götürmez. Yani ayırıcı hiçbir özellik olmadığı hâlde kimi menkıbelerde anlatılan olayları “efsane” kabilinden değerlendirip dudak bükerken kimilerini “tarihî belge” olarak kabul etmek bilimin hudutları dışında kalır.
[63] Harun Yıldız, “Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde Ahi Evran”, G. Ü. l. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.2, Kırşehir 2005, s. 1030; krş. Gölpınarlı, Abdülbaki, Vilâyetnâme (Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1990, s. 49.
[64] Gölpınark, a.g.e., s. 49-51; Yıldız, a.g.m., s. 1031-1032; Haluk Gökalp, “Ahi Evran’ın Menkıbevî Kişiliği”, Ahilik Araştırmaları Dergisi, S. 2 (Kış 2005), s. 27.
[65] Aynı menkıbe, biraz farklı bir tarzda Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ nde de geçmektedir. Bkz., Yıldız, a.g.m., s. 1033; krş. Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 51.
[66] Yıldız, a.g.m., s. 1033.
[67] Gölpınarlı, a.g.e., s. 51; Bedri Noyan, Hacı Bektaş-ı Veli Manzum Vilâyetnâmesi, Can Yay., İstanbul 1996, s. 298-302; Yıldız, a.g.m., s. 1034..
[68] Gölpınarlı, a.g.e., s. 51; Noyan, a.g.e., s. 276; Yıldız, a.g.m., s. 1036, krş. Gölpınarlı, a.g.e., s. 51-2;
[69] Noyan, a.g.e., s. 275-277; Yıldız, a.g.m., s. 1036.
[70] Noyan, a.g.e., s. 276.
[71] Noyan, a.g.e., s. 269-270.
[72] Noyan, a.g.e., s. 299-303; Yıldız, a.g.m., s. 1037.
[73] Mahmut Seyfeli, “Kırşehir Yöresinde Ahi Evran Çevresinde Anlatılan Efsane ve Menkıbeler” G.Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.2, Kırşehir 2005, s. 801 -820.
[74] Bu efsane “Menâkıb-ı Ahi Evran” mesnevisinde dile getirilen Ahi Evran’ın sıcak suyu hamam yapmasıyla örtüşmektedir.
[75] 2004 yılında yapılan G.Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu’na münhasıran bu konuyu işleyen iki bildiri sunulmuştur: Tuncer Gülensoy, “Ahi mi, Akı mı?”, G. U. L Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 451-452; Salih Demirbilek, “Ahi Kelimesinin Kökenine Dair”, a.g.e., s. 277-283. Bu iki dilcinin tespitleri de diğer dilcilerimiz gibi kelimenin Türkçe kökenli olduğu yönündedir.
[76] bkz. M. Şakir Ülkütaşır, “(Ahi) Kelimesiyle (Ahi Evran) Hakkında”, Hisar, S. 95 (1971), s. 8-9.
[77] Giese, Jean Denny’nin kelimenin “akı”dan geldiği görüşünü Journal Asiatic dergisinin 11. cildinde yayınladığını söylüyor. Bkz. Friedrich Giese, “Osmanlı İmparatorluğunun Teşekkülü Mes’elesi”, Türkiyat Mecmuası, C.l (1925), s.,159; Sir Gerard Clauson, An Etymological of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford University Press, Londra 1972, s. 78; Andreas Tietze, “Ahi” maddesi, Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati, C. l, Simurg Yay., İstanbul 2002.
[78] Ahmed bin Mahmûd Yüknekli, Hibetü ‘l-hakâyık, Haz.: Necîb Âsim, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1334, s. 52, 104.
[79] Ayn, “Ankara Târihinden – Ahilere Dair”, Hâkimiyet-i Milliye, 17 Ağustos 1927, Nü. 2193, s. 2.
[80] Franz Taeschner, “Türk Ahiliği”, Çağrı, S. 83 (1964), s. 3.
[81] Clauda Cahen, “İlk Ahiler Hakkında”, Çev.: Mürsel Öztürk, TTK Belleten, S. 197 (1986), s. 592. Frederich Giese de a.g.m.’de kelimenin Türkçe “akı”dan gelemeyeceği görüşündedir. Türk bilim adamı ve araştırmacılardan da kelimenin “akı”dan gelmesinin mümkün olmadığını söyleyenler vardır.
[82] Cahen, a.g.m., s. 592.
[83] İsmet Uçma, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahilik, Doktora Tezi, İstanbul Univ. S.B.E., İstanbul 2003, s. 171.
[84] Abdülbaki Gölpınarlı, “İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C11, S. 1-4 (1949-1950), s. 7.
[85] Ziya Kazıcı, “Ahilik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.l, s. 540.
[86] Ahmet Yaşar Ocak, “Fütüvvet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 13, s. 262.
[87] Bayram, a.g.e., s. 29-30.
[88] Ocak, a.g.m., s. 262.
[89] Kazıcı, a.g.m.,s.540
[90] Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1918, s. 237-239.
[91] Köprülü, a.g.e., s. 238-239.
[92] Neşet Çağatay, Ahlâkla Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu Ahilik Nedir?, TESK Yay. Ankara, tarihsiz, s. 6.
[93] Neşet Çağatay, “Ahiliğin Türk Ekonomisine Getirdikleri”, Ahilik ve Esnaf, İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Dernekleri Birliği Yay., Ankara 1982, s. 88.
[94] Aşık Paşazade, Osmanoğulları’nm Tarihi, Haz.: Kemal Yavuz, MA. Yekta Saraç, K Kitaplığı, İstanbul 2003, s. 298, 521.
[95] Ahmed Tevhîd, “Ankara’da Ahiler Hükümeti”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, S. 19 (1913), s. 1201-1204. Tevhîd, yazısına bu başlığı koymakla birlikte kendisi “Zann-ı hakîrânemce İlhânîler zamanında Ankara şehrinin umûr-ı idâre-i dahiliyesi Ahilerin yedinde idi.” diyerek belgeleyemediği bu hususun bir tahminden ibaret olduğunu itiraf eder (s. 1202). Nitekim önce Halil Edhem, Ankara’da tespit ettiği kitabelerde ve Ahi Şerefeddin Şecerenâmesi’nde Ankara’da Ahilerin hükümet ettiklerine dair bir kayda rastlamadığını belirterek bu görüşe itiraz eder. Daha sonra da Köprülü, Hayat mecmuasında yayımladığı bir yazıyla belgelenemeyen bu konuya açıklık getirir: Halil Edhem, “Ankara Ahilerine Aid İki Kitabe”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, S. 41 (1917), s. 313-315; Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Ankara ve Ahiler”, Hayat, S.21 (1927), s. 402-403. Bu konuda yapılan bir tez çalışmasında, bazen Ahilerin bölgedeki yönetim boşluğunu doldurduklarından, bazen devlet değil bir “hükümet” kurduklarından bahsedilirken sonuç olarak da elde hiçbir vesika bulunmamasına ve bunun da çalışmada defalarca ikrar da edilmesine rağmen- Ankara’da bir Ahi devletinin kurulduğu hükmüne varılması şaşırtıcıdır. Bkz. İsmail Çiftçioğlu, Ankara Ahiler Devleti ve Dönemi, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Univ. SBE, s. 68-73; 106.
[96] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.l, TTK Yay., Ankara 1988, s. 105 106; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehrî-Gülşehrî, Yeniçağ Matbaası, İstanbul 1948, s. 88-89.
[97] Friedrich Giese, “Osmanlı İmparatorluğunun Teşekkülü Mes’elesi”, Türkiyat Mecmuası, C.l (1925), s. 152-171.
[98] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 115-160-161; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, TTK Yay., Ankara 1989, s. 90-91; Kayhan Atik, “Ahilik Teşkilâtı ve Türkler Üzerindeki Etkileri”, Ahilik Araştırmaları Dergisi, C.l, S.l (Yaz 2004), s.8-9.
[99] Ahiliğin bütün İslâm beldelerinde Ahi Evran tarafından tanıtılmış ve yayılmış olduğu belgelerde kayıtlıdır: “Sultân Ahi Evran Şeyh Maomûd bi’l-cümle memâlik-i İslâmı’de vâki’ debbâğhâne ve ocağın ma’mûr ve ihya idüp etrâfda ve cemîe ekâlîmlere halifeler gönderüp debbâğhâne ocağın ma’mûr eylediler ve zaviyeler bina ve ihdas eylemişlerdir.” Bkz. Kırşehir Müzesi 7 numaralı Ahi şeceresi.
[100] Ünver Günay; “Dinî Sosyal Bir Kurum Olarak Ahilik”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 10 (1998), s. 70.
[101] Süleyman Ateş, Tasavvufta Fütüvvet, AÜ İlahiyat Fak. Yay., Nü. 135, Ankara 1977, s. 391.
[102] Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Ankara ve Ahiler”, Hayat, S.21 (1927), s. 402.
[103] Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1964, s. 210.
[104] İbn Battuta Seyahatnemesi’nden Seçmeler, Haz.: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981, s. 13, 39; Mehmet Şeker, İbn Battuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal-Kültürel ve İktisadî Hayatı ile Ahilik, Ankara 1993, s. 82.
[105] Bu yapı hakkında “Ahilikte Mertebeler” başlığı altında bilgi verilmiştir.
[106] Anonim Bektaşî fütüvvetnâmeleri, Bektaşîlerin erkân kitaplarındandır. Bu fütüvvetnâmeler, başta Şeyh Musa Fütüvuetnâmesi olmak üzere diğer fütüvvetnârnelerle büyük oranda benzerlik göstermektedir. Bu Bektaşî fütüvvetnâmelerinden biri şahsi kitaplığımızda bulunmaktadır. Söz konusu nüsha, törenler (erkân) esnasında kimlerin nerede bulunması gerektiğini gösteren bir şema barındırması bakımından oldukça ilginçtir: Bkz. Bektaşî Fütüvuetnâmesi (Anonim), M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha..
[107] Rufâî tarikatine mensup ve Yâsîn adında birinin talebesi olduğu için hocasına izafeten Yâsîn er-Rufâ’i Fütüvvetnâmesi diye bilinen fütüvvetnâme, Rufâîlerin tarikat âdabını dervişlere bildirmek için yazılmıştır. Bu fütüvvetnâmede Ahi fütüvvetnâmelerindeki şerbet içme, şed bağlama, şed çözme, okunan tercümanlar vs. aynen yer alır. Yine bu fütüvvetnâmede Ahmed er-Rufâî’ye özel yer verilir ve tercümanlarda sık sık adı zikredilir. Söz gelimi şed bağlama töreninin hemen başında mürşid şeddi iki ucundan tutarak sâlikin başı üzerine koyduktan sonra “Destur yâ Muhammed, destur yâ şâh-ı vilâyet, destur yâ seyyid Ahmed” der. Bkz. Yasin er-Rufâî, Fütüvvetnâme, M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha, vr. 4b.
[108] Kırşehir Müzesi 7 numaralı şecerenâme.
[109] Köprülü’nün, Şapolyo’nun ve sair tarihçilerin Ahiliğe bir tarikat demeleri, söylediklerimizle çelişmez. Çünkü onlar “bir nev’i tarikat”, “bir meslek tarikatı” gibi muğlak ifadeler kullanarak gerçekten de Batınî tarikatlerle pek çok benzerlikleri bulunan Ahiliği tanımlamaya çalışırken devirlerindeki benzeri yegâne sosyal oluşumlar olan tarikatlerle karşılaştırıyorlardı.
[110] Franz Taeschner, “Türk Ahiliği ve Ahi Müessesesinin Mevlevilikle Olan Münasebetine Dair”, Çağrı, S. 113 (1967), s. 6.
[111] Taeschner, a.g.m., s. 7; aynı yazar, “Türk Ahiliği”, Çağrı, S. 83 (1964), s. 3.
[112] Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. asırlardaki Fütüvvetnâmekre Göre Dinî İnanç Motifleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002, s. 143.
[113] Kemal Yavuz, “Gülşehrî’nin Ahi Büşr Hikâyesi”, G.Ü.İ.. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 999-1010.
[114] M. Fatih Koksal, “”Klâsik Türk Şiirinin Kurucularından İbrahim Beg”,Türklük Bilimi Araştırmaları (Prof. Dr. Ömer Faruk Akün’e Armağan), S. 19 (2006), s. 363-382.
[115] Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşîlik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.5 (1992), s. 373.
[116] Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1918, s. 242.
[117] Abdülbaki Gölpınarlı, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C11, S. 1-4 (1949-1950), s. 67.
[118] Gölpınarlı, a.g.m., s. 68.
[119] Radavî, Fütüvvetnâme, M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha, vr. ila.
[120] Radavî, aynı yer.
[121] Osman Horata, “Osmanlı Toplum Yapısının Temel Dinamikleri: Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Ahilik”, G. Ü. L Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 533.
[122] Abdülbaki Gölpınarlı, “İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C.ll, S. 1-4 (1949-1950), s. 2-354.
[123] Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvetnâmeler, Kültür Bakanlığı Yay.,Ankara 1998.
[124] Cemal Anadol, Türk-İslâm Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1995; Mehmet Saffet Sankaya, XIII-XVI. asırlardaki Fütüvvetnâmelere Göre Dinî İnanç Motifleri, Kültür Bakanlığı Yay, Ankara 2002.
[125] Gölpınarlı, a.g.e., s. 23-24.
[126] Torun, a.g.e., s. 61.
[127] Fütüvvetnâmelerde bu konuda da bir birlik yoktur. Meselâ Anadolu’da yazılmış en eski fütüvvetnâme olan ve bir Türk tarafında yazıldığını tahmin ettiğimiz Farsça Nâsırî Fütüvvetnâmesi’nde fütüvvete giremeyecek kişiler/meslekler on iki kadardır. Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 316-317.
[128] Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya, 1981, s, 180.
[129] Gölpınarlı, a.g.e., s. 324-325.
[130] Gölpınarlı, a.g.e., s. 26.
[131] Gölpınarlı , a.g.e., s. 346
[132] Bkz. Radavî, Fütüvvetnâme, M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha, vr. 35a-37a.
[133] Radavî Fütüvvetnâmesi, vr. 35a-37a.
[134] Şeyh Safî Buyruğu, s. 34-35.
[135] Burada Hz. Ali’den bir olay nakledilir: Günlerden bir gün birkaç kişi Hz. Ali’ye gelerek ondan keramet göstermesini isterler. Hz. Ali, Kanber’e “Yâ Kanber sofra getir.” der. Adamlar, “Karnımız toktur, senden bir keramet bekleriz.” derler. Hz. Ali bu sefer “Yâ Kanber, Zülfikarı getir, bunlara kerameti göstereyim.” diyince korkan adamlar, bilip anlarlar ki keramet, “sofra çekmek” tir.
[136] Burada da Hz. Muhammed’den Hz. Ali’ye vasiyet edildiği belirtilen “Yâ Ali, konuğu hoş tut. Bir kişinün evine konuk gelse kendü rızkını bile (birlikte) getürdügi vaktin ol ev sâhibinün cümle günâhlarını bile (beraberinde) götürür. Hak emriyle ol günâhları feriştehler (melekler) denize dökerler. Hâlâ denizlerün böyle acı (tuzlu) olmasına sebeb ol durur.” sözü nakledilmektedir.
[137] Burada şöyle bir ibare de bulunmaktadır: “Resul a.s. eyü yatlu sözlerle fal tutardı. Ne işe başlasa ana göre mübaşeret iderdi.”
[138] Neşet Çağatay, Ahilik Nedir?, s. 72; Torun, a.g.e., s. 101-113, 423-434.
[139] Bu listeye bakarak Selçuklu veya Osmanlı dönemindeki meslekleri bundan ibaret saymak yanılgı olur. Fütüvvetnâmeler ve kimi şecerenâmeler incelendiğinde bu sayılanların “pirleri olan” veya “pirleri belli olan” meslekler olduğu anlaşılır. Değilse, sadece Selçuklular döneminde 250 civarında meslek tespit edilmiştir: Erdoğan Mercii, Türkiye Selçuklularında Meslekler, TTK Yay, Ankara 2000, s. 195 (Mesleklerin listesi için bkz. s. 197-206).
[140] Torun, a.g.e., s. 121-153. Ancak bütün fütüvvetnâmelerde ehl-i hirfet bunlardan ibaret değildir. Meselâ Hüseyin Vaiz Fütüvvetnâmesi’ne göre, şed kuşananlar arasında ehl-i beyte övgüler düzen “meddahlar” en üstün esnaf zümresidir. Yine bu fütüvvetnâmede farklı olarak canbazlar, kâsebâzlar, kıssahânlar, kuklacılar gösteri ustaları ile gizli ilim (remil, yıldız falı vs. ile uğraşanlar) erbabından da hirfet ehli olarak özel bir ilgiyle bahsedilmiş tir. Bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, “Fürüvvetnâme-i Şeyh Seyyid Hüseyin İbni Gaybî”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 17, S. 1-4 (1955-1956), s. 136-146.
[141] Aslında Ahi şecerenâmelerinin çoğu -hatta bizim aslını, suretini veya yayımlanmış şeklini gördüğümüz şecerenâmelerin istisnasız hepsi- debbâğ mesleğine sahip Ahiler için hazırlanmıştır ve bu sebeple bunlara “debbâğ şecerenâmesi” demek belki daha uygun olur. Çünkü içinde yer alan hususların bir kısmı genel ise de büyük bir kısmı doğrudan debbâğ esnafını ilgilendiren bilgilerdir. Nitekim Kırşehir Müzesi’ndeki şecerelerin bazılarının başlığı “Şecere-i Debbâğân” şeklindedir ve hepsinde debbâğlık mesleğinden büyük bir saygı ve hatta ayrıcalıkla bahsedilmektedir.
[142] M. Fatih, Koksal, “Kırşehir Müzesi’ndeki Ahi Şecerenâmeleri”, II. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2007, s. 314.
[143] Mustafa Sucu, Ahi Ocakları ve Bir Ahilik Belgesi, Malarya, tarihsiz, s. 15; Sadi Bayram, “Ahilik ve Bir Ahi Şeceresi”, TTK Belleten, S. 222 (1994), s. 298-299; Muharrem Bayar, “Arşiv Vesikalarına Göre Bolvadin’de Ahilik Teşkilâtı ve Bir Ahi Şeceresinin Tanıtımı”, G.Lİ. I. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 145.
[144] Nazmi Tombuş, “Ahiler IV -Terimler ve Törenler”, Çorumlu, S. 42 (1943), s.1217.
[145] Kırşehir Müzesi 7 numaralı şecerenâme.
[146] Meselâ Osman Şevki Uludağ ve Ferhat Ecer bu türden iki şecereyi “bir belge” olarak tanıtmışlar, Cemil Cahit Güzelbey ise tanıttığı şecere metni için “İlk satırında şecere olarak sunulan belgenin tüm içeriği göz önüne alınırsa bu ada pek uymadığı anlaşılıyor.” demiştir. Bkz. Osman Şevki Uludağ, Evran (Peştamal Kuşatma), Çalışma Dergisi, S. 8 (1946), s. 56-58; Cemil Cahit Güzelbey, “Bir Ahi Şeceresi”, Türk Kültürü ve Ahilik XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri (13-15 Eylül 1985 Kırşehir), İstanbul 1986, s. 235; Ferhat Ecer, Arif Yıldırım, “Ahi Birlikleri ve Bir Belge”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 53 (1988), s. 171-181.
[147] Koksal, a.g.m., s. 315-316.
[148] “Ahi Bâzirgân’dan Ahi Şehred oldı ve andan ikinci Ahi Evran oldı”. Bkz. Sadi Bayram, a.g.m., s. 306.
[149] Bu şiir Kırşehir Müzesi’ndeki 5 numaralı şecerede, C. Cahit Güzelbey’in ve Muharrem Bayar’ın tanıttıkları şecerelerde -bazı farklılıklarla- bulunmaktadır. Bkz. Güzelbey, a.g.m., s. 241; Bayar, a.g.m., s. 147. Buraya aktardığımız şiir her üç metnin mukayesesiyle oluşturulmuştur.
[150] Kırşehir Müzesi 5 numaralı Ahi şecerenâmesi.
[151] Koksal, a.g.m., s. 320.
[152] Köksal, a.g.m., s. 321.
[153] Köksal, a.g.m., s. 322.
[154] Kırşehir Müzesi 7 numaralı şecerenâme.
[155] Tahsin Özcan, Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı, Kitabevi, İstanbul 2003, s. 24.
[156] Özcan, a.g.e., s. 27.
[157] Mehmet Akkuş “Farklı Bir Ahilik İcazetnamesi”, Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S. 21 (Bahar 2002), s. 95-100.
[158] Akkuş, a.g.m., s. 97.
[159] Akkuş, a.g.m., s. 98-99.
[160] Akkuş, a.g.m., s. 96.
[161] Sucu, a.g.e., s. 53.
[162] Dursun Ali Tökel, “İbni Battuta Seyahatnamesi ve Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin İstanbul Bölümüne Göre Ahiler ve Ahilik”, G. il. /. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.2, Kırşehir 2005, s. 889.
[163] Tökel, a.g.m., s. 892.
[164] Tökel, a.g.m., s. 894.
[165] Bu seyahatnamelerde Ahiliğin nasıl ele alındığı hakkında geniş bilgi için D.Ali Tökel’in adı geçen makalesine bakılmalıdır.
[166] Muallim Cevdet’in bu önemli eserinin Türkçeye çevrilmesini G.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi üstlenmiştir. Araştırmacı yazar Yusuf Turan Günaydın tarafından tercümesi yapılan eser baskıya hazır hâldedir.
[167] Muallim Cevdet’in bu önemli eseri, elinizdeki kitabın ikinci baskısı yayıma girmek üzere iken “Muallim Cevdet, İslâm Fütüvveti ve Türk Ahiliği -İbn-i Batuta’ya Zeyl-” adıyla ve Cezair Yarar’ın çevirisiyle yayımlandı. Sadece metin çevirisinden ibaret olan bu kitabın neşredilmiş olması, Yusuf Turan Günaydın tarafından ayrıntılı inceleme ve değerlendirmelerle zenginleştirilerek Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi tarafından basılmak üzere hazırlanan çalışmanın yayımına engel teşkil eder nitelikte değildir.
[168] Günaydın, a.g.m., s. 191.
[169] Günaydın, a.g.m., s. 192-202.
[170] Günaydın, a.g.m., s. 210.
[171] Torun, a.g.e., s. 173.
[172] Gölpınarlı, a.g.e., s. 88-89.
[173] Tıraş konusu fütüvvetnâmelerde farklı farklı anlatılmaktadır. Bazı fütüvvetnâmelerde tıraş faslı teferruatıyla anlatılırken bazılarında hiç yer almaz.
[174] Torun, a.g.e., s.176.
[175] Şeyh Safî Buyruğu, M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha, s. 31-32.
[176] Radavî, Fütüvvetnâme, M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha, vr. 7b-8b.
[179] Torun, a.g.e., s.181-182
[180] Torun, a.g.e., s. 183.
[181] İbrahim Arslanoğlu, Yazan Belli Olmayan Bir Fütüvvetnâme, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1997, s. 43.
[182] Arslanoğlu, a.g.e., s. 43.
[183] Torun, a.g.e., s. 183. Gerçekten bu gerileyiş ilerleyen zaman içerisinde daha da hızlanarak devam etmiştir. İleride görüleceği üzere, Anadolu’da XX. yüzyıl başlarında hâlâ devam ettiğini gördüğümüz kimi esnaf grupları arasındaki “şed bağlama” töreni, dualar, ayetler, gülbânkler vs.den tamamen soyutlanmış bir şekil almıştır.
[184] Radavî, Fütüvvetnâme, M. Fatih Koksal Özel Kütüphanesindeki yazma nüsha, vr. 19b-20a.
[185] Radavi, a.g.e., vr.20b-21a.
[186] Gölpınarlı, a.g.e., s.42-43
[187] Gölpınarlı, a.g.e., s. 37.
[188] Geniş bilgi için bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, “Fütüvvetnâme-i Şeyh Seyyid Hüseyin İbni Gaybî”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 17, S. 1-4 (1955-1956), s. 94.
[189] Bu sosyal gruplar, başka bir deyişle meslek erbabı şöyledir: Tâife-i mülûk [kumandanlar, vezirler, kalem erbabı], tâife-i ulemâ [bilginler], tâife-i meşâyîh-ı fukara [şeyhler], tâife-i erbâb-ı niam [mal sahipleri], tâife-i dehâkîn [köylüler], tâife-i ehl-i ticâret [tüccarlar], tâife-i muhterife [iş adamları],
[190] Ali Torun, “Fütüvvet Teşkilâtının Anadolu’daki Yapılanması”, II. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2007, s. 446, 449-450.
[191] Kavramlar ve izahları için bkz. Torun, a.g.e., s. 70-8
[192] Halil İnalcık, “Ahilik, Toplum, Devlet”, İnalcık, Halil, “Ahilik, Toplum, Devlet”, II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu Bildirileri, (13-15 Ekim 1999 Kırşehir), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1999, 189-190; Mikâil Bayram, Ahi Evren ve Ahilik Teşkilâtının Kuruluşu, Konya 1990, s. 96-98; Güray Kırpık, “Tarihî Gelişim İçinde Ahilik ve Lonca Müessesi”, Ahilik Araştırmaları Dergisi, C.l, S.l (Yaz 2004), s. 82-83.
[193] Ahilik ve Eğitim konusunda derli toplu ve geniş bilgi için bkz. Yusuf Ekinci, Ahilik ve Meslek Eğitimi, MEB. Yay., İstanbul 1989; Meral Armağan Bakır, Ahilik ve Meslekî Eğitim, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Univ., SBE, İstanbul 1991; “M. Akif Kılavuz, “Ahilik Kurumunda Din ve Ahlâk Eğitimi Anlayışı”, G. Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.21, Kırşehir 2005, s. 615-628.
[194] Mehmet Şeker, İbn Battuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal Kültürel ve iktisadî Hayatı ile Ahilik, Kültür Bakanlığı, Yay, Ankara, 1993, s. 74; Kılavuz, a.g.m., s.
[195] Kılavuz, a.g.m., s. 621.
[196] Çağatay, Ahilik Nedir ?, s. 33, 81; Şeker, a.g.e., s. 74..
[197] Çağatay, a.g.e., s. 51; Adnan Gülerman – Sevda Taştekil, Ahi Teşkilâtının Türk Toplumunun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerindeki Etkileri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1993, s. 6.
[198] Çağatay, a.g.e., s. 59-61.
[199] Bayram, a.g.e., s. 149; Ekinci, a.g.e., s. 25.
[200] Gülerman – Taştekil, a.g.e., s. 62; Ekinci, a.g.e., s. 25.
[201] Çağatay, Ahilik Nedir?, s. 80. Sarıkaya, a.g.m., s. 72.
[202] Çağatay, a.g.e., s. 47, 64.
[203] Bayram, a.g.e., s. 132.
[204] Gülerman – Taştekil, a.g.e., s. 6.
[205] Ahilik ve spor ilişkisi üzerine geniş bilgi için bkz. Özbay Güven, “Geleneksel Okçuluk ve Güreş Sporunda Ahiliğin Etkileri”, U. Uluslararası Ahilik Sempozyumu Bildirileri, (13-15 Ekim 1999 Kırşehir), Kültür Bakanlığı Yay.,Ankara 1999, s. 157-188; aynı yazar, “Spor Ahlâkı ve Ahilik”, U. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2007, s. 267-284.
[206] Özbay Güven, a.g.m., s. 267.
[207] Çağatay, Ahilik Nedir?, s. 80.
[208] Özbay Güven, a.g.m., s. 282.
[209] Özbay Güven, a.g.m., s. 283.
[210] Sıdkî, Gedikler, Haz. Kâmil Ali Gıynaş, G.U. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2004 (Ön söz’den). Buradan, gedik kurumundan önce esnafın bütün işlerine Ahilerin baktığı gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Osmanlı’da esnaf öteden beri başta “intisap” müessesesi olmak üzere birçok bakımdan devletin denetimi altındaydı. “Gerçekte Ahiliğin Osmanlı esnaf teşkilâtı üzerindeki etkisi Osmanlı devleri yıkılana kadar devam etmiştir.” diyen Ahmet Kal’a, gedik kurumu ile Ahilik teşkilâtı arasındaki ilişkiyi “Gedikler, Ahiliğin artık büyük ölçüde esnaf üzerindeki etkisin kaybetmesi gibi bir dönüşümü değil daha önceki esnaf teşkilâtını eksik kalan yönleriyle tamamlayıcı bir gelişmeyi ifade eder” diyerek tespit etmektedir. Ahmet Kal’a, İstanbul Esnaf Birlikleri ve Nizamları l, İstanbul Büyükşehir Bel. Yay., İstanbul 1998, s. 69.
[211] “Gedik” kurumu hakkında geniş bilgi için bkz. Sıdkî, a.g.e. Gediklerin sadece esnafı ilgilendiren bahsi hakkında derli toplu bilgi için bkz. Osman Nuri, “Gerilere Doğru Bakışlar: Eski Esnaf Gedikleri”, Esnaf Meslek Mecmuası”, S. 6 (l Nisan 1934), s. 6-7; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, TTK Yay.,Ankara 1997, s. 112-118; Ahmet Akgündüz, “Osmanlı Hukukunda Gedik Hakkının Menşei ve Gedik Hakkıyla İlgili Ebussuud’un Bir Risalesi”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 46 (1987), s. 149-162; aynı yazar, “Gedik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 8 (1996), s. 541-543; Ahmet Kal’a, a.g.e., s. 50-70.
[212] Ahmet Kal’a, İstanbul Esnaf Birlikleri ve Nizamları l, İstanbul Büyükşehir Bel.Yay, İstanbul 1998, s. 50. Ahmet Kal’a, “gedik” konusuna geniş yer ayırdığı çalışmasında Sıdkî’nin eserine de atıfla eski kitaplarda gediklerin başlangıcı olarak gösterilen 1727 tarihinin genellikle kabul ve tekrar edile geldiğine fakat 1063 (1653) tarihli bir belgede “dükkân gediği” kaydının yer aldığına
dikkat çeker. Kal’a, a.g.e., s. 57-58.
[213] Kal’a, a.g.e., s. 59.
[214] Kal’a, a.g.e., s. 52, 53-55.
[215] Osman Nuri, a.g.m., s. 6.
[216] Kal’a, a.g.e., s. 44.
[217] Kal’a, a.g.e., s. 46-47.
[218] Kırşehir Müzesi 7 Numaralı Ahi Şecerenâmesi.
[219] “Lonca” kelimesi başka şecerelerde de geçer. Ancak onlar 17. yüzyıl sonlarından itibaren tarihlenmiş veya tarihsiz olduğu için burada ayrıca zikretmeye gerek görmedik.
[220] M. Bülent Varlık, “1925 Bursa Esnaf Loncaları Nizamnamesi”, Ekonomik Yaklaşım, S. 7 (İlkbahar 1982), s. 265-275.
[221] Torun, a.g.e., s. 509.
[222] Bu konuda bkz. Mahmut Bolat, “Şer’iyye Sicillerine Göre XIX. Yüzyılda Antakya’da Ahilik”, G. Ü.I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.1, Kırşehir 2005, s. 177-186; Ömer Demirel, “Sivas Ahi Zaviyeleri”, a.g.e., s. 285-297; Muharrem Bayar, “Bolvadin Ahi Teşkilâtı ve Bir Ahi Şeceresinin Tanıtımı”, a.g.e., s. 129-161; Müjgan Cunbur, “Ahilik Şer’iyye Sicillerinde Ahi Babaların Değiştirilmesiyle İlgili Bir kaç Belge”, II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu Bildirilen, (13-15 Ekim 1999 Kırşehir), Kültür Bak. Yay., Ankara 1999, s. 80; Yusuf Küçükdağ, “Osmanlı Döneminde Konya’da Ahilik ve Ahiler”, a.g.e., s. 214-228.
[223] Fahri Maden, “Kırşehir Şer’iyye Sicillerinde Ahi Evran ve Ahi Mes’ud Zaviyeleri”, II.Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir, A.E.Ü. Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi Yay., Ankara 2007, s. 325-343. 21 numaralı Kırşehir şer’iyye sicilindeki bir kayıttan 9 Haziran 1915 tarihinde Kırşehir’de Ahi zaviyesinin varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Maden, a.g.m., s. 333.
[224] Geniş bilgi için bkz. Hacışeyoğlu Hasan Üçok, Çankırı Tarih ve Halkiyatı, Okuyan Adam Yayınları, Ankara 2002; Ahmet Absanlıoğlu, “Ahilik Teşkilâtı ve Yaran Meclisleri ile İlişkileri”, II. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri 17-18 Eylül 2004; Yaran Kültürü ve Çankırı, Çankırı Valiliği Yay., Ankara trsz., s. 258-261; Bilal Elbir – Hatice Sargın, “Çankırı Yârenlik Kültürü İle Ahilik Arasındaki İlişkiler”, C.Ü. l. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 349-357; Alemdar Yalçın, “Ahilik, Cem ve Yâren Ritüellerinde Ortak Payda, III. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri 28-29 Eylül 2004: Geçmişten Geleceğe Çankırı trsz, s. 21-30.
[225] Tülay Er, Simav İlçesi ve Çevresi Yâren Teşkilâtı, KTB Yay., Ankara 1988, s. 2.
[226] Neşet Çağatay, Ahilik Nedir?, TTK Yay., Ankara 1987, s. 15.
[227] Çağatay, a.g.e., s. 17.
[228] M. Halit Bayrı, “Dursunbey’de Kış Sohbetleri”, Halk Bilgisi Haberleri, S. 78/Nisan 1938), s. 121-125.
[229] Vedat Çakır, “Konya’nın Geleneksel Eğlence Kültürü”, S. Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 17 (Bahar 2005), s. 362-363.
[230] http://www.antep.net/modules.php?name=News&file=print&sid=136
[231] bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, “Fütüvvetnâme-i Şeyh Seyyid Hüseyin İbni Gaybî”, İÜ İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 17, S. 1-4 (1955-1956), s. 151-155.
[232] Mustafa Cavit, “Muğla’da Dabağ Esnafı Teşkilâtı”, Halk Bilgisi Haberleri, Yıl:l, S.l (l Teşrinisani 1929), s. 3-7; Kutlu Özen, “Divriği İlçesinde Köşker Esnafı”, Türk Folkloru, S. 35 (Haziran 1982), s. 17-20.
[233] Bu teşkilâtın başka bir esnaf zümresinde değil de “debbağlar” arasında devam ediyor olması, şüphesiz bu mesleğin pîri olan Ahi Evran’a olan bağlılıkla açıklanabilir bir durumdur.
[234] Söz konusu yazıda yolsuz ilân edilmenin şartlan da anlatılmaktadır.
[235] Arşiv belgelerindeki kalfalıktan ustalığa geçmenin 3 yıl gerektirdiğine dair kayıtlar bu bilgilerle tamamen örtüşmektedir. Ancak her 3 yıl kalfa olarak çalışan usta olup dükkân açamazdı. Bunun için ustasının verdiği işleri özenerek yapmak, iş arkadaşlarıyla ve müşterileriyle iyi ilişki içinde olmak, hakkında şikâyet bulunmamak ve sonuç olarak ustasının rızası şartı aranırdı. Bkz. Mübahat S. Kütükoğlu, “Osmanlı Esnafında Oto-Kontrol Müessesesi”, Ahilik ve Esnaf, İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Dernekleri Birliği Yay, Ankara 1982, s. 57.
[236] Disipliner yapısıyla XX. asra kadar sürdüğü anlaşılan Çankırı Ahi teşkilâtı hakkında geniş bilgi için bkz. Hacışeyoğlu Hasan Üçok, Çankırı Tarih ve Halkiyatı, Okuyan Adam Yayınları, Ankara 2002, s. 35-44.
[237] Köşkerlik de ana malzemesi “deri” olan bir sanat olduğundan Ahi Evran’la münasebetine dikkat edilmelidir.
[238] Özen, a.g.m., s. 20.
[239] Mehmet Yardımcı, “Zile’de Leblebici Esnafı”, Türk folkloru, S. 64 (Kasım 1984), s. 16-17.
[240] Ahmet Tabakoğlu, “Sosyal ve Kültürel Yönleriyle Ahilik”, Türk Kültürü ve Ahilik XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri, 13-15 Eylül 1985 Kırşehir, İstanbul 1986, s. 49.
[241] Ali Acar, “Küreselleşme Sürecinde Ahilik Kodları ve Normlarının Yeniden Değerlendirimi”, G. Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 6-7.
[242] Acar, a.g.m., s. 7.
[243] Acar, a.g.m., s. 10.
[244] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Mübahat S. Kütükoğlu, “Osmanlı Esnafında Oto-Kontrol Müessesesi”, Ahilik ve Esnaf, İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Dernekleri Birliği Yay., Ankara 1982, s. 60-68.
[245] Ali Erbaşı - Süleyman Ersöz, “AB Programına Uyum Çerçevesinde Kobi’lerin Rekabet Gücü ve Artı Değerlerin Geliştirilmesi Adına: Ahilik”, G.Ü.I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 360.
[246] Bu geleneğin Muğla debbağ esnafı arasında Xx. yüzyıla kadar devam ettiğine değinmiştik.
[247] Kütükoğlı, a.g.m., s. 60.
[248] Orhan Poyraz, “Ahi Örgütleri”, L Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyum Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996, s. 143.
[249] Acar, a.g.m., s. 13.
[250] Orhan Erden, “Ahilik Kültürünün Endüstriyel Kalite Kontrolüne Yansımaları”, G.Ü. I.Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu (12-13 Ekim 2004, Kırşehir), C.l, Kırşehir 2005, s. 395-396.
[251] “Sultân Ahi Evran Şeyh Mahmûd bi’l-cümle memâlik-i İslâmîde vâki’ debbâğ-hâne ve ocağın ma’mûr ve ihya idüp etrâfda ve cemî’ ekâlîmlere halîfeler gönderüp debbâğ-hâne ocağın ma’mûr eylediler ve zaviyeler bina ve ihdas eylemişlerdir.” Kırşehir Müzesi 7 numaralı şecerenâme (Ahi Sinan Şecerenâmesi).
[252] İlhan Şahin, “Osmanlı Devrinde Ahi Evran Zaviyesinin Hususiyetine Dâir Bazı Mülâhazalar ve Vesikalar”, Ahilik ve Esnaf, İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Dernekleri Birliği Yay., Ankara 1982, s. 163.
[253] BOA, Cevdet İktisat 1922. Şahin, a.g.m., s. 168.
[254] BOA, Cevdet iktisat 1750. Bkz. Şahin, a.g.m., s. 169.
[255] Kırşehir Müzesi l numaralı berat.
[256] İlhan Şahin, “Ahi Evran Vakfiyyesi ve Vakıflarına Dair”, MÜFEF Türklük Araştırmaları Dergisi, S. l (1985), s. 339-340.
[257] Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. asırlardaki Fütüvvetnâmelere Göre Dinî İnanç Motifleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002, s. 60.
[258] Kırşehir’deki Ahi Evran Zaviyesi’nin “evlâdiyet ve meşrûtiyet üzre” zavidarı olan Seyyid Hafız Mehmed Efendi’nin belirli aralıklarla İstanbul’a gelerek “şeyh” olduğu gerekçesiyle, şakirdlerin kalfa, kalfaların usta olmasının ancak kendisinin rey ve marifetiyle olabileceğine, bunun karşılığı olarak kendisine bir miktar akçe verilmesi gerektiğini ve elinde de bunu doğrulayan ferman olduğunu iddia etmesi üzerine Yedikule’de debbâğ esnafının şikâyeti üzerine kendisinin böyle bir para talep etme hakkı bulunmadığına dair Mayıs 1783 tarihli bir hüküm iradı mevcuttur. Bkz. Ahmet Kal’a, İstanbul Esnaf Tarihi 2, İstanbul Büyükşehir Bel. Yay., İstanbul 1998, s. 333-334.
[259] Bkz. Franz Taeschner, “Kırşehir’de Ahi Evran Mütevellisine Ait 1238/1822-23 Tarihli Bir Berat”, Çev. Şükrü Akaya, Vakıflar Dergisi, S. 3 (1956), s. 93-96.
[260] M. Şakir Ülkütaşır, “XIX. Yüzyılda Ankara’da Esnaf Teşkilâtı”, Ülkü Halkevleri ve Halkodaları Dergisi, S. 33 (Eylül 1949), s. 6-8.
[261] Ülkütaşır, a.g.m., s. 8.
[262] Mustafa Cavit, “Muğla’da Dabağ Esnafı Teşkilâtı”, Halk Bilgisi Haberleri, Yıl: l, S. l (l Teşrinisani 1929), s. 3-7.
[263] Bu belgelerin tamamı, Kırşehir Valiliği’nin projesi kapsamında Latin harflerine ve günümüz Türkçesine çevrilerek bizim de içinde bulunduğumuz bir heyetçe kitap hâlinde yayıma hazırlanmaktadır.
[264] Biz çalışmamızı yayımlanmak üzere Kırşehir Valiliği’ne teslim ettikten sonra bu dileğimiz adeta gerçekleşerek 13 Ağustos 2008 günlü Resmî Gazete’de yayımlanan bir yönetmelikle ülke çapında “devlet töreni” ile “resmî” olarak yapılacak kutlamaların merkezinin Kırşehir olduğu tescil edilmiştir.
[265] Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi, Cilt 2, İstanbul 1969, s. 21.